Kalkınmadan büyünebilir mi?
İlk bakışta kalkınma (ing. development) ve büyüme (ing. growth) kavramlarının neredeyse aynı anlama geldikleri düşünebilir. Ancak kalkınma daha topyekûn (kurumsal ve beşeri altyapıyı da içeren) ve kalıcı bir büyümeyi, bir lig atlamayı ifade eder. Kalkınmışlığı tanımlamak için bazı ekonomistler belirli bir kişi başı milli hasıla değeri ortaya koyarlar (ör: 20 bin dolar) ama bu oldukça afaki bir yöntemdir. (Bu yönteme göre kalkınmışlığın yanından bile geçmemiş bazı Arap ülkelerini kalkınmış saymak gerekir.)
Bizde gelişmiş-gelişmekte olan olarak tabir edilen ülkeler İngilizcede ‘developed’ ve ‘developing’ olarak adlandırırlar. ‘Developed’ olanlar artık kalkınmış olarak addedilirler ve bu konuma ulaştıktan sonra artık kolay kolay da 2. Lige düşmezler. Türkiye ise bu evrende uzun zamandır gelişmekte olan (developing) statüsünde takılmış kalmış vaziyette. Daha uzun zaman da buradan çıkması oldukça zor gözüküyor. Öte yandan bu durumda olan sadece Türkiye değil. (Geçen hafta, bu durumun genel sebeplerine bir parça değinmiştim.) Ancak Türkiye’yi kalkınma yolunda diğerlerinden negatif olarak ayrıştıran birçok etmen de söz konusu.
Eğer kalkınmaya doğru uzanan istikrarlı bir büyüme için tek ama tek bir kriter belirlersek o da gayri- safi sabit sermaye oluşumunun (yatırımların) milli gelire göre oranı ve artış hızı olmalıdır. Bir ekonominin yatırım yapma iştahı, dürtüsü esasen diğer bütün faktörlerin desteğiyle ortaya çıkar. (Hani, ‘un var, şeker var, yağ var’ misali. Bunlar yoksa ne helva yapma, ne de yeme iştahı olur.) Ve son tahlilde, tüme baktığımızda yatırım artışı hem büyümeyi, hem de fiziki (ve de ayni) sermaye oluşumu yaratarak kalkınmayı da beraberinde getirir.
Maalesef, tabloda da görüldüğü gibi Türkiye için kalkınma bakımından iyimser bir öngörüde bulunmak çok, ama çok zor. 1998 yılından beri Türkiye’nin toplam yatırım harcamalarının milli gelire oranı ortalamada % 20’nin altında. Denilebilir ki; “Fena mı, Türkiye AB ve ABD’ye yakın bir yatırım harcaması yapıyor!” Evet, fena! Bu 2 blok da kalkınmalarını çok önceden tamamlamış, sermaye birikimleri çok yüksek olan, demografik olarak da yavaş büyüyen bloklar. % 22-23 civarında sermaye yatırımı bu ekonomilerin büyümeleri için gayet yeterli. Bizim için eğer bir örnek teşkil edecekse, o da Kore gibi son 10 yılda gelişmiş ülke kategorisine terfi etmiş bir ülke olmalı. Görüldüğü gibi aramızdaki fark korkunç. (Bu arada 1998 yılında Kore ile tesadüfen aynı yatırım oranına sahip olmamız kimseyi yanıltmasın. O sene Kore büyük bir ekonomik kriz geçirmişti. Yoksa Kore’nin son 45 senelik yatırım ortalaması % 30’un üzerinde.)
Burada küçük bir sapma yaparak, AB ve ABD’nin küresel kriz sonraki sermaye yatırımları gelişimine odaklanmakta da fayda var. (Ne de olsa, bu ekonomilerin normalizasyonu bizim gibi yabancı fon akımlarına aşırı hassas ekonomileri yakından ilgilendiriyor.) Görüldüğü (ve beklendiği) gibi, AB ciddi şekilde kan kaybetmeye devam ediyor. İlginç olan ise, tüm canlanma söylemlerine rağmen ABD’de de durumun pek iyi olmadığı. ABD’de bundan önceki politika faizi artırımının 2004’te sermaye yatırımları % 22’yi geçtiğinde yapıldığını hatırlamakta fayda var. Ayrıca bu artırımlar yapıldığında ABD ekonomisinde çıktığı açığının düşük olduğunu ve sonrasında da artırımlara rağmen büyümenin (küresel tasarruf fazlası nedeniyle) devam ederek yatırımların milli gelirin % 24’üne yaklaştığını da hatırlamakta fayda var. Bugün için bu 2 durum da geçerli değil. O nedenle, faiz artırımlarının beklenenden daha geç ve düşük oranlarda olma ihtimali hâlâ oldukça yüksek.
Yazının başlığı olan soruma geri dönersek: Evet kalkınmadan da büyünebilir. Eğer sürekli cari açık vererek (=dışarıdan borçlanarak), kurumsal ve hukuksal altyapıyı düzeltmeden, eğitim sistemini nitelik bakımından güçlendirmeden, devletin özerk kurumlarına müdahale ederek, rant ekonomisine prim vererek, sanayinin milli gelir içindeki payını azaltarak büyüme sağlanırsa buna ‘kalkınmadan büyüme’ adı verilir.