Kalite, çoğulculuk ister

Güventürk GÖRGÜLÜ
Güventürk GÖRGÜLÜ PAZARLAMA 3.0 [email protected]

 

Bizim işimiz; eskilerin tevazu icabı kullandığı deyimle “hasb-el kader”, deneyim-birikim sahibi olduğumuz, bildiğimizi gördüğümüzü, herkes bilsin görsün diye yıllardır burada paylaşmaya çalıştığımız konu nedir? İş dünyası, büyüme, strateji, pazarlama, inovasyon ve bunlarla bağlantılı her türlü mesele değil mi? Peki esas konumuz bunlarken, zaman zaman iş nasıl oluyor da dönüp dolaşıp kente, yaşam kalitesine, demokrasiye, siyasete geliyor? Bu köşeyi takip edenler, özellikle İstanbul’la ilgili pek çok kez yazdığımı gayet iyi hatırlayacaktır.
Turizm bölgelerinin insansızlaştırılmasından, “fayda eşittir para” anlayışının kenti nasıl yaşanmaz bir yer haline getirdiğinden, kamunun elinde bulunan ve yeşil alan olarak kullanılabilecek son arazilerin ancak kısa dönemde işe arayacak ufak tefek paralar uğruna nasıl betonlaştırıldığından söz etmiştim. Kentte yaşayanların her yıl ödediği milyarlarca lira vergi yanında, ancak çerez parası olabilecek meblağlar karşılığında Mecidiyeköy Ali Sami Yen Stadı’nın, Likör Fabrikası arazisinin, Zincirlikuyu Karayolları arazisinin elden çıkmasıyla, İstanbul’un çok şey kaybettiğini çeşitli vesilelerle defalarca dile getirdim. Bu yazıların tümü de, kentin değerinin, burayı yönetenlerin dediği gibi daha fazla gökdelen, AVM dikmekle değil, kentlilerin yaşam kalitesini artırmakla sağlanabileceği yönünde temel bir argümana sahip.
Yani aslında kentin nasıl daha değerli hale geleceği gibi bir tartışma da, eninde sonunda kentsel alanla ilgili siyasi otoritenin kararlarının şekillendirilmesine, yani politikaya dayanıyor. Çünkü ne yaparsak yapalım, neyi anlatırsak anlatalım, ister pazarlama, ister inovasyon, bunu bir politik ortam içinde yapıyoruz. Bu ortam içinde yaşıyoruz, nefes alıyoruz, çalışıyoruz, pazarlıyoruz, satıyoruz, büyüyoruz. Yani -bize yıllardır tersine inandırmaya çalışsalar da- politik alan, hayatımızın dışında bir yerde değil. Ödediğimiz vergi de, Ar-Ge için aldığımız vergi muafiyeti de, sokağa adımımızı attığımız anda yürüdüğümüz yolun kalitesi de, arabamızla hapsolduğumuz trafik de hep bu politik alanda şekilleniyor.
Bundan yüzyıllar önce, burjuvazi ilk ortaya çıktığı dönemde, politik alan tümüyle aristokrasinin elindeydi. Burjuvazi, elindeki sermaye arttıkça, elde ettiği güçle devlet yönetiminde
de söz sahibi olmak istedi. Böylece politik alanın yeniden inşası için toplumun aristokrasi dışında kalan kesimlerini de içerecek -çoğu zaman da onlarla birlikte- güçlü fikirler geliştirdi.
Bugün hepimizin sahip çıktığı eşit yurttaşlık, eşit oy hakkı, kişi dokunulmazlığı, temel hak ve özgürlükler hep aristokrasinin ve krallığın tanrısal egemenliğine karşı, toplumun geri kalanının politik alanı şekillendirmeye yönelik önerileriydi. İşte bu politik anlayış, günümüze “çoğulcu demokrasi” olarak ulaştı.
Evet, bugün kapitalizmin çoğulcu demokrasiye ihtiyacı olmadığını gösteren pek çok alamet var. Yakın tarihte de demokrasi olmadan kapitalizmin olduğu, çoğulculuk olmadan burjuvazinin sermayesine sermaye kattığı örnekler gördük. Ancak bu örneklerden hiç biri tarih sahnesinde kalıcı olabilmiş veya çoğulcu demokrasinin yaşadığı ortamlardaki refah düzeyinin üstüne çıkabilmiş değil. Zira kapitalizm büyüyebilmek için hala özgürlükçü ve çoğulcu bir toplum yapısının ortaya çıkartacağı yenilikçi fikirlere ihtiyaç duyuyor.
Ve hala toplumda uzlaşmayı ve huzuru sağlayabilen özgürlükçü ve çoğulcu demokrasinin üzerinde bir sistem ortaya çıkabilmiş değil. Yani, elimizdeki siyasi sistemlerden en iyisi şimdilik bu. Aksi durumlarda huzursuz bir toplumda, kısır politik çekişmeler ve güdük bir sermaye yapısından öteye gidilemiyor. Bunu görüyoruz, biliyoruz.
Bir yazımızda Prof. Güven Sak’tan alıntıladığımız gibi “huzur olmadan inovasyon olmuyor” demiştik. Huzur ise ancak demokrasiyle geliyor. Demokrasi dediğinizde ise çoğulcu bir politik yapının anlaşılması gerekiyor. Yani “bir kişi söylesin herkes onu dinlesin” değil, “herkes söylesin, herkes dinlesin, toplum böylece doğru yolu bulsun” anlayışının yerleşmesi gerekiyor.
Demokrasiyi, tüm toplumsal iradeyi dört beş yıllığına bir kişiye devretmek şeklinde anladığımızda, ne inovasyonun, ne stratejinin, ne pazarlamanın ne de başka  bir şeyin anlamı oluyor. OECD’nin yaşam kalitesi araştırmasında Türkiye’nin 36 ülke içinde sonuncu olması gibi bazı somut sonuçlar da tarih boyunca ülkeye hakim olan tekçi anlayıştan şimdiye kadar pek de bir
şey çıkmadığını, bundan sonra da çıkmayacağını açıkça gösteriyor.

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar
Orta vadeli temenniler 21 Eylül 2018