Kalan tek çözüm maliye politikaları mı?
2008 küresel krizinden beri öncelikle gelişmiş ekonomiler, ancak onlara bağlı olarak gelişmekte olan ekonomiler de, önceki dönemlerde yakaladıkları büyüme hızlarına bir türlü ulaşamıyorlar. Neredeyse her dönem küresel büyüme hızları tahminleri aşağı doğru revize edilmek durumunda kalıyor. Nitekim Dünya Bankası da haziran ayında 2016 dünya büyüme tahminini yüzde 2.4’e düşürmüştü. (Son 4 yılda dünya büyüme ortalaması yüzde 2.5, gelişmiş ülkeler büyüme ortalaması ise yüzde 1.5 oldu. Halbuki küresel kriz öncesindeki 4 yılda(2004-2007) büyüme hızları sırasıyla yüzde 4.2 ve yüzde 2.9 olmuştu.)
Bugüne kadar büyümedeki bu yavaşlamanın nedenleri konusunda çeşitli teoriler üretildi. Harvard Üniversitesi profesörlerinden Larry Summers’a göre bunun sebebi ‘kalıcı durgunluk’ olarak tercüme edebileceğimiz ‘secular stagnation.’ Bu durgunluğu yaratan da verimlilik artışındaki yavaşlama ve demografik faktörler (çalışan nüfusun toplam nüfusa oranının azalması gibi). Öte yandan, Nobel sahibi Krugman gibi Keynezyenler Keynes’in hayvansal canlılık (animal spirits) olarak ifade ettiği özel sektörün girişimcilik dürtüsündeki gerileme ve deflasyonist ortamın yarattığı likidite kapanının etkili olduğu görüşünde. Bir başka Nobel ödüllü iktisatçı Joseph Stiglitz ise problemin ana kaynağının gelir dağılımında son 30 yılda orta sınıflar aleyhine gelişen bozulmanın olduğunu düşünüyor. Steve Keen gibi Minskyciler kriz öncesinde kredilerde meydana gelen anormal artışların şirketlerin yeni yatırımlar yapma imkanını son derece kısıtladığı düşüncesinde. Marksist iktisatçılar ise kapitalizmin uzun döngüsel problemi olan ‘kârlılık oranlarında meydana gelen azalma’dan dem vuruyorlar.
Ancak büyümedeki yavaşlamanın nedenleri her ne ise, son dönemde pek çok ekonomistin neredeyse konsensüse vardığı nokta bağımsız merkez bankaları odaklı para politikalarının artık işe yaramadığı ve şu ya da bu şekilde maliye politikalarının devreye sokulması gerektiği. Nitekim, son 3-4 yıldır gelişmiş ülkelerin hemen hemen tamamında sıfır veya sıfıra çok yakın politika faizi uygulanmasına karşın ne büyümede, ne de enflasyon oranında anlamlı bir artış yakalanmış değil. (İçlerinde en iyi durumda gözüken ABD bile bu senenin 2. çeyreğinde sadece yüzde 1.2 büyüyebildi.) Avrupa Merkez Bankası 2 senedir denemekte olduğu negatif faiz politikasından (NIRP) müsbet bir sonuç alabilmiş değil. Bu kervana Brexit sonrasında faizleri 0.25 puana düşüren İngiltere Merkez Bankası da katılacak gibi gözüküyor.
Düşük veya negatif faizlerle birlikte gittikçe miktarı artırılan tahvil alım programları sonucunda bugünlerde 12 trilyon dolar değerinde gelişmiş ülke tahvili negatif getiri sağlamakta. (Aldığınız tahvili vadeye kadar tutarsanız yatırdığınız paradan daha azını geri alabiliyorsunuz!) Bu durumun süreklilik arz etmeye başlaması ile birlikte gelişmiş ülkelerdeki tasarruf sahipleri özellikle emeklilik dönemleri için son derece endişelenmeye başlamış durumda çünkü tasarruflarının büyük kısmının yattığı emeklilik fonlarının da getirisi düşüyor. Sonuçta, sıfır veya eksi faiz politikalarının değil istenilen etkiyi, tam tersini bile yaratmış olmaları söz konusu olabilir. (Belki yaratılan suni likidite ile hisse senedi fiyatları ve borsa değerlemeleri almış başını gitmiş durumda, ama daha önceki balon dönemlerinde ağzı yanmış olan yatırımcıların çoğu bu ‘kağıt üzerindeki’ kazançlarını reel kazanç olarak görmeyip, tüketimlerini artırmıyorlar.)
Aslında bu kadar düşük enflasyon ve büyüme ortamında maliye politikalarının işe yaramayacağını iddia etmek insan aklına hakaret bile sayılabilir. Özellikle devletlerin tahvil getirileri eksi seviyelerde iken, daha fazla borçlanıp bu fonları çeşitli altyapı yatırımlarına aktarmaları ekonomilerinin yeniden canlanması için en etkili yol olacaktır. Bu konjonktürde devlet harcamalarının çarpan etkisi 1’in çok üzerinde (yapılan 1 birimlik harcamanın ekonomiyi canlandırarak orta vadede devlet gelirlerinde 1 birimden daha fazla artış sağlaması) olmak durumunda. Nitekim, abenomiks’in ilk başlarında maliye politikası konusunda tutucu bir çizgi takip eden Japonya Başbakanı Abe bile yakın zamanda yüklü bir fiskal paket açıkladı. Bu noktada halihazırda zaten GSYH’sının yüzde 230’u gibi çok büyük bir devlet borcu olan Japonya’nın nasıl böyle bir riski göze aldığı sorusu akla gelebilir. Gayet basit. Neredeyse tamamı yen cinsinden ve Japon vatandaşlarına olan bu borcu Japonya Merkez Bankası peyderpey satın alarak tedavülden kaldırıyor. (İktisat tabiriyle parasallaştırıyor, veya ‘monetize’ ediyor.)
Benzer bir şekilde ABD Başkanı olması kesin gözüyle bakılan Hillary Clinton da kesenin ağzını açmış vaziyette. Obama’nın onayladığı 300 milyar dolarlık harcamanın üzerine kendi de bir o kadar daha harcama sözü vermiş bulunuyor. Hal böyle iken, tabii ki mali harcamalar konusunda Nuh deyip, Peygamber demeyen bir ülke bloğu, daha doğrusu ülke de var: AB ve Almanya! Almanya bu katı tutumunu devam ettirdiği takdirde önce euro, sonrasında da AB’nin dağılma sürecini hızlandıracak.