Kâbuslar şehri
İsmet’in kâbusları
O kadar davet ettik. Ama İsmet bir türlü Bademli’yi, bir iki günlüğüne de olsa, terk edip İstanbul’a gelemedi. Hep işlerini bahane etti. Çünkü hayvancılık zor iş. Hep eliniz, gözünüz hayvanların üstünde olacak. Fakat kısmet oldu, İsmet, İstanbul’a gelebildi sonunda. Hem de hayırlı bir iş için; oğlu Deniz’e kız istemek için geldi. Bir cumartesi günü Beykoz’dan çıktık yola. Kız evinde saat 15:00’te bekleniyorduk. Onun için saat 13:15 gibi evden çıktık. TEM otoyolunda trafik normal seyrinde gidiyordu. Ancak tam Mahmutbey Gişeleri’ne yanaştık, trafik birden durdu.
Radyodan dinlediğimize göre kaza olmuştu. Yolda çakılı kaldık. Sonra gıdım gıdım ilerledik. Derken, radyodan bir kaza haberi daha geldi. Sonuç olarak 45 dakika bekledik yolda. Kız evine ulaştık, ama geç ulaştık. Kız tarafı anlayışlı çıktı, gecikmeye aldırmadılar; kızı verdiler (!)
Bu olaydan 2 hafta sonra köyde İsmet’le oturuyoruz. “Nasılsın İsmet, İstanbul macerasından sonra?” diye sordum. İsmet mahçup mahçup güldü ve anlatmaya başladı: “Hoca, İstanbul’dan sonra uykuda gördüğüm kâbusların biçimi değişti. Benim eski kâbuslarımda koyun kaçar, kuzu kaçar; kovalardım, ama bir türlü yakalayamazdım. Ama şimdi kendimi, İstanbul trafiğinde sıkışmış olarak görüyorum. Anlayacağın, İstanbul, kâbuslarımı değiştirdi.”
Benim kâbuslarım
Herkesin kâbusu değişiktir. Benim uykularımdaki kâbuslarım hep okulla ilgilidir. Örneğin, kendimi doktora savunmasına girerken görürüm. Ama son anda bir terslik çıkar. “Şu dersi almamışsın, sınava giremezsin” derler. Ya da yurt dışında bir kongreye giderken, son anda o ülkeye giriş vizemin alınmamış olduğunu görürüm.
Bir de uyanıkken yaşadığımız kâbuslar var. Bunlardan birisi, trafiktir. İsmet, şanslı adam; bunu bir kere yaşadı. İstanbul’da yaşayan biri için bu, her gün yaşanan bir kâbus. Ve de gün geçtikçe şiddeti daha da artan bir kâbus.
İstanbul’da trafik bir kâbus, yolda gördüklerimiz ise başka bir kâbustur. Örneğin, son yaşadığım bir kâbusu anlatayım. Lise ve üniversite yıllarımda Bakırköy’de yaşadık. Bakırköy İstanbul’un eski bir sayfiye semti idi. Apartmanlar yapılmaya başlanmıştı, ama en fazla beş katlıydılar. Bahçeleri vardı. Bahar geldiğinde her yer gül ve hanımeli kokardı. Ataköy ise, yeni bir bölge idi.
Planlı yapılmıştı, düzenliydi, güzeldi; yeşildi. Deniz görmek istediğimde Ataköy’e yürürdüm.
Amerika dönüşü de 10 yıl kadar Ataköy’de oturduk. O zaman da güzeldi. Geçenlerde, yıllardan sonra ilk kez Atatürk Havalimanı’ndan gelirken sahilden geçtim. Ataköy sahilinde denizi doldurarak yapılan, denizden gelecek havayı da kesen o ucube yapıları görünce bir kâbus yaşadım. Gençlik yıllarımın hayalindeki Ataköy tecavüze uğramıştı. Bir yurttaş olarak, yetkisi olmayan birisi olarak yapabileceğim bir şey yoktu. O bölgenin eski bir sakini olarak, sadece bir dilek dileyebilirdim; onu yaptım. Bu projeleri yapan mimarların, uygulayanların ve buna izin verenlerin, ömür boyu, hak ettikleri kâbusları yaşamalarını diledim.
Ataköy, sadece bir örnek. Bu şehr-i İstanbul’un her tarafında böyle ucubelere tanık oluyoruz. Şairlerin ilham kaynağı bir şehri, kâbuslar şehrine çevirmeyi başardık. Çağdaş şehircilik anlayışından yoksun bir cehalet, estetikten nasibini alamamış bir dünya görüşü ve obez bir rant iştahı ile şehri gün geçtikçe bir beton çölüne döndürüyoruz.
Son söz
Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u aldığında, şehrin bu hâle gelebileceğini düşünebilir miydi? Acaba bu kâbusu rüyasında görmüş müydü?