Just do it...
Seçime gidiyoruz.
Ancak seçime o kadar odaklı gidiyoruz ki.
25 Haziran ya da 9 Temmuz tarihleri yokmuş gibi davranarak gidiyoruz.
2000’den bu yana doğru yaptıklarımızın tersini yapmamız, onları yanlışa çevirme riskimiz, şu anda, testi kırılmadan öne çıkarmamız gereken en önemli uyarı.
Bir şeyi doğru şekilde, yapılması gerektiği şekilde yapmak önemlidir.
Ancak en az doğru şeyi yapmak kadar önemli olan bir şey daha vardır.
O da doğru şeyi, “doğru zamanda” yapmaktır.
Ekonomi, özellikle de hassasiyetin çok yüksek olduğu, terazinin çok hassas tarttığı dönemlerde maceraya atılabileceğiniz bir alan değildir.
İşlerin iyi gittiği ortamda, üçün beşin hesabını yapmayabilir, daha yüksek riskler alabilir, “bedeli olursa öderim” diyebilirsiniz.
Ancak işlerin zorlandığı, koşulların bozulduğu dönemlerde bunu yapmanın maliyeti çok daha yüksek oluyor.
Şimdi gelin, doğru şeyi doğru zamanda yapmadığımız örnekleri sıralayalım:
1) Toplumun en düşük gelirine sahip kesimlere kaynak aktarmamız önemli, değerli. Keşke fazlasını yapabilsek. Ama ekonomik olarak bunu yapmanın zamanı seçime 2 ay kala, ekonomi ısınmışken, enflasyon zirve yapmışken, yurtdışındaki yatırımcıların hepsi de bunu ağır bir kırılganlık olarak görürken değildi. Siyasi olarak seçime 2 ay kala yapmak doğru olabilir, ancak yaratacağı bedeli doğru hesaplayabilirseniz. Yoksa kaşıkla gelen, kepçeyle gidebilir.
2) Önce parayı verip hesabı sonra yapmak... Önce taahhütü verip, sonrasında maliyeti konusunda insanları inandırmaya çalışmak, doğru bir strateji değil. Üstelik bunu kimsenin beklemediği bir anda yaptığınızda, gelen sorulara tatminkar yanıtlar üretemiyorsunuz. “Bu yıl yapılandırmalar, imar barışı” diyorsunuz, ancak gelecek yıl nasıl karşılayacağınızı ancak şimdi düşünmeye başlıyorsunuz. Bu arada olan oluyor, “bütçe açılıyor” diye faiz kopup gidiyor.
3) Merkez Bankası faiz artırımları... Hep söylüyoruz. Merkez Bankamız, yapısı gereği yumuşak bir bakış açısına sahip. Çünkü gelişen bir ülkenin merkez bankası. Ancak son yıllarda maalesef proaktif değil, reaktif bir yapıya büründü. Önden yapacağı hamlelerle piyasayı yöneten bir banka olmak yerine piyasada olan bitene tepki veren bir bankamız var maalesef. Burada kabahat siyasetin faiz baskısına çıkarılıyor belki. Ancak her seferinde yumurta kapıya dayandığında siyasileri ikna etmeye çalışmak yerine bir kez ön alabilse, “dokunanı yakarım” mesajını sıkıştadan önce verebilse, kredibilite sorununun önemli bir kısmını çözebileceğiz. Yine de maliye tarafından yalnız bırakılan Merkez Bankası bu sürecin en mağduru kurum gibi görünüyor. Hamle yapıyor, ancak hamleleri Maliye tarafından etkisizleştiriliyor.
4) Ekonomi Koordinasyon Kurulu ve bürokratların bir araya gelişi: Harcama yapmak, hükümetlerin yetkisindedir. Kaynakları istedikleri alanlara yönlendirebilir, yasalar çerçevesinde istedikleri yatırımları yapabilirler. Ancak yapılacakların iletişimi doğru yapılmadığında, kalem kalem hesaplanmış bilgiler inandırıcı şekilde sunulmadığında, harcamaların etkileri yıkıcı olabiliyor. Keşke Beştepe’deki kurul toplantısını bu seçim harcamalarını yapmadan önce yapsaydık, bürokratların çalıştığı detaylı maliyet ve karşılık analizlerini de bu paketlerle birlikte açıklasaydık.
Bu süreçleri doğru yönetemedik. Bunu söylemek için kurun, faizin seviyesine bakmak yetiyor.
Böyle olunca, doğru yönetemediğimiz süreçler konusunda piyasa oyuncularını ikna edebilmek için söylemler yeterli olamıyor.
Eylem gerekiyor.
Nike’ın çok güzel bir sloganı vardır:
Just do it...
Yani yap gitsin. Gereği neyse yap diyor.
Söylemle biraz tedirginliğini “biraz” üzerinden atan piyasa, şimdi eylem bekliyor.
Eylem derken, ilk görev yine mağdur kuruma, Merkez Bankası’na düşüyor.
İhale oraya kaldığı için piyasa “güçlü” bir faiz artırımı fiyatlıyor.
Bir sonraki toplantının yapılacağı 7 Haziran’da mı olur, piyasa koşulları zorlarsa daha erken bir toplantıya mı ihtiyaç duyulur, bunu öngörmek zor.
Üstelik bu baskıyı elimizde olmayan gerekçelerle de yaşayabiliriz.
Yurtdışında doların biraz daha kuvvetlendiği, gelişen ülkelerden çıkışın biraz daha hızlandığı bir ortam görürsek, zaten sınırlarda olan fiyatlamaların daha da yükselişiyle karşılaşabiliriz.
Ama piyasa bekliyor.
Bu arada Maliye bacağında yapılacak her yeni düzenleme, atılacak her yeni adım, beraberinde bir sürü tartışmayı da getirecektir. İyi yaparsak, kaynak açıklarsak iyi, değilse sorunlu fiyatlanacaktır.
Devletin piyasaya müdahalesi anlamına gelebilecek diğer faktörler de öyle.
Konut kredisi faizlerinin siyaset çağrısıyla aşağı çekilmesi, buna yapılan atıf bile eleştiri konusu oluyor.
2000 öncesi Türkiyesi’ni hortumlanan bankalardan daha fazla sıkıntıya sokan temel sorun, kamu bankalarına yazdırılan görev zararlarıydı. Bugün buradan elbette uzağız, ama hatıralar canlı.
Eğer zararına bir yere kredi verilecekse “betonomiks”e değil, “future economics”e, geleceğin sektörlerine, katma değerli üretime verilmeli. Bu memleketi yönetmeye talip olan tüm yöneticiler için “geleceği kazanmak”, “seçimi kazanmaktan” daha değerli olmalı.
Türkiye’nin geleceğinin inşaatta yatmadığını, inşaatın önemli olduğunu, ancak Türkiye’nin tek sektörü olmadığını anlamak de için geç kalıyor olabilir miyiz?
Türkiye’nin popülizm sicili geçmişten bu yana bozuk.
“Kim ne veriyorsa daha fazlasını veririm” diyen siyasi anlayış geçmişte Türkiye’ye defalarca kez krize soktu.
Bu alışkanlıktan kurtulmak, yıllarımızı aldı.
Aynı şeyleri yapıp farklı sonuç beklemek bu topluma yakışmıyor.
2001’den sonra bankalarımızı güçlendirdik, sermayelendirdik. Onları devlet etkisinden arındırdık, devlete para satan değil, işlerinden para kazanan yapılar haline getirdik.
2015’e kadar kaç seçim geçti, popülizm dalgasına kapılmadık.
AB ile, batıyla doğru ilişkiler kurarak reformlar yaptık.
Bunun mükafatını ise toplumca refah olarak aldık.
Söylediğimiz için almadık.
Yaptığımız için aldık.
Seçim zamanı olduğunu anlıyoruz.
Ama aynı zamanda...
“Just do it” deme zamanı artık.