Jeopolitik, jeostratejik, jeoticari…
Uzun yıllar önce İskenderun Ticaret Odası koridorlarında, oranın yöneticilerinden olan babamın peşinde dolaşırken, gelen giden tüccarların genellikle Lübnan üzerinden ticaret yaptıklarını duyduğumda, o zamanki çocuk aklımla pek de anlam veremezdim. Ancak işlem sayısı ve de hacminin aklımda yer edecek kadar yoğun olduğunu da yadsımamak gerekir. Sonraki yıllarda dış ticareti kendime meslek olarak seçince, hatıralarım anlam kazanmaya başladı. Şam'a gitmek için, Finlandiya'dan gelip Şam yolcularını alacak uçağı beklememek için, Beyrut'a uçarak oradan dolmuşa binmek ve Taksim meydanından Eminönü'ne gidermiş gibi hududu geçmek eğlenceliydi. Savaş daha o güzelim yeri mahvetmeden önce nelerin olabildiğini görmek şansını elde etmiştim. Ticaretin ne kadar canlı, bankacılığın o günlerin koşullarına göre ne kadar hızlı olduğunu görebilmiştim.
Türkiye için yıllardır söylenen politika sözcüklerini sohbetimizin başlığı yaptım. Politikacı ağzından oldum olası hoşlanmam, ancak başlığa benim türetip eklediğim son sözcük Lübnan ve özellikle Beyrut ile ilgili hatıralarımı canlandırdı. O ülke bir zamanlar konumunun ve zamanına göre ileri olan sisteminin meyvelerini topluyordu. Tüccarları dünyanın her yerinden aldıkları ürünleri çevre ülkelere satıyorlardı. Çok uluslu olmaya başlamış dev şirketler orada yerleşik düzen kurmuş, bölge ve çevre ticaretlerini oradan yönetiyorlardı. Ortadoğu ticaretinin kalbi orada atıyordu.
Daha sonra burada duran kalbi hayata kavuşturmak isteyen bir hayli ülke olduysa da pek de başarılı olabildikleri söylenemez.
Geçen hafta verdiğim bir seminerde, katılımcı arkadaşlardan birinin sorduğu soru, beni o eski günlere götürdü ve heyecanlandırdı. Bu arkadaşımız, bir AB ülkesinden aldığı bir ürünü, kendi proformasını vererek yaptığı bir teklifle, yine aynı AB ülkesinin başka bir alıcısına satmıştı. Cesaret, organizasyon ve beceri gerektiren bu iş başarıya erişmiş ve arkadaşımız sadece bazı mali konularda takılmamaya çalışıyordu.
Jeoticari sözcüğünü türetmeme neden olan olay da bu idi.
Son zamanlarda birçok kişinin kullanmaya çalıştığı komşu ve çevre ülkelere yakınlığımızı bu tür işlemlerde kullanmanın ötesine geçen bir olaydı bu. Uluslararası ticaret kavramının ülkemizde anlaşılmaya başladığı pek açık. Artık sadece ithalatçıların para yaptığı bir ülke olmamamız ve ihracatçılarımızın, kendi yerel kaynaklarımızı heba etmeden, uluslararası ticaretten katma değer yaratma yoluna gitmeleri de gerekir. Bunu zaten biraz yapanlar vardı. Dâhilde işleme rejiminin temelinde de buna benzer kavramlar yatıyor zaten. Ancak eski Beyrut ve Hong Kong örneğinde olduğu gibi neden olmayalım.
Bugün, Türkiye çıkışlı uçuşlarla birkaç saat içerisinde ulaşılabilecek pazar genişliği, birkaç milyar kişiye varıyor. Bankacılık sistemimiz, birçok batı ülkesini kıskandıracak gelişmelere imza atıyor. Taşımacılık derseniz, artık mektepli olup bilimsel hale geldi. E-devlet uygulamaları bir sürü gereksiz vakit kaybını (yeterli olmasa da) azaltma yolunda ilerliyor. Her şey var ancak bu ticareti yapacak yetişmiş ve uzman eleman azlığı önümüzde ciddi bir engel. Uluslararası ticaret kavramının tam anlamıyla yerleşebilmesi, bu konuyu özümsemiş ve oyunu kurallarıyla oynayan işgücüne ihtiyaç duyuyor.
Dış ticaret erbabı, bu işin önünde gitmeli ve kendi ihtiyacı olanı kendisi yetiştirmeli.
Türkiye bir jeoticari ülke ve böyle bir ülkeye bu coğrafyada ihtiyaç da var.