Japonya Türkiye karşılaştırması
Aynı şeyler yapıp, farklı sonuçlar bekliyoruz. Bu çağdan bu aymazlığı yapan birkaç ülkeden de biriyiz. Dünya ekonomik, siyasal, politik, kültürel, coğrafi ve etnik tarihi o kadar eskidir ki, artık tüm taşlar da yerine oturmuştur. Günümüz koşullarında herhangi bir ülkeyi küresel arenada güçlendirmek; öncelikle o ülkenin içerdeki halkın refahını, adaletini, eşitliğini, güvenliğini, asayişini, temel hak ve özgürlüklerini sağlamasından geçmiyor mu? Bununla bitiyor mu? Sanmam… O ülkenin aynı zamanda da; dünya barışını, huzurunu, güvenliğini dış politikada gözetmesi gerekiyor.
Japonya ve Türkiye dünyanın farklı uçlarında iki tipik ülkesidirler. Köklü geçmişleriyle her iki ulusun da batı dünyasına açılmakta ayak direttiği dönemler olmuştur. Tarihleri doğu batı sentezine konu olmuştur. Bu dünyanın farklı uçlarına adeta savrulmuş gibi duran ülkede gelenekle batılılaşma çarpışmıştır. Bu iki ülke farklı ve benzer yönleriyle küresel ölçekte bakın nasıl duruyorlar.
Benziyoruz; çünkü Japon ve Türk toplumları, tıpkı bir top lahananın yaprakları gibi, içten dışa aynı katmanlarda aynı gelenek-batı karışımını barındırıyorlar. Japonlar 1853’te limanlarını Amerikalı komutan Peri ve güçlü donanmasına açmışlardı. Bu zamana kadar tüm dünyaya limanları kapalıydı. Ticaret 2000 yıl boyunca sadece Çin ile sınırlı kalmıştı. 1600'lerden sonra Hollanda doktrinini de benimsemişlerdi. Hollandalı’lara pazarlarını açmak karşılığında; coğrafya, astronomi ve tıp bilimlerini öğrenmişlerdi. Amerikalı Peri ile Japonya tarihinde ilk kez adaletsiz bir anlaşmaya razı olmuştu. Ulus olarak yabancı bir ulusa bağımlı kalmışlardı. Pasifik rotası açıp, doğu pazarını ele geçiren Amerika, Japonya için; telgraf, saat, teleskop, buharlı lokomotif, top bataryası anlamın da geliyordu. Yeni dostları Japonlara beraberlerinde bunları da getirerek öğrenmelerine vesile olmuşlardı. Japonlar, bu çerçevede kendilerine iki temel strateji belirlediler:
1. Küresel arenaya çıkmak ve
2. Dünyada söz sahibi olmak…
Bu iki hedefin gerçekleşmesi için tek yol olduğu düşünmüşlerdi. Batılıların başardıklarını kendileri de öğrenmeli; önceleri taklit etmeli, sonraları da üretmeli, geliştirmeli ve bunu bütün dünyaya kabul ettirmeliydiler. 1868’de Meyji reformlarını başlattılar. Avrupa ve Amerika ülkelerine geniş ve seçkin bir gezi heyeti gönderip, 100 ciltlik gezi notlarıyla bunu ülkelerine taşıdılar ve uyguladılar. Demir çelik yatırımı, endüstrileşme, teknoloji, otomasyon; kısacası sanayi olmadan bir ulus ayakta kalamazdı. Bu yönde Sbusava İchi, Okuba Toshumuchi gibi liderleri de yetiştirmişlerdi. Bunların önderliğinde önceleri taklit ederek, sonra da geliştirerek Batı'ya çok yaklaşmışlardı.
Japonya, işte bu noktadan sonra kendi geleceği için büyük hatalar yapmaya başlayacaktı. Japonya batı farkını kapatmak için yayılmacı politikalara yöneldiler. Tayvan, Çin sahillerini himayelerine aldılar. Elde ettikleri savaş ganimetlerini orduya harcayıp milliyetçilik ekseninde güçlerine güç kattılar. Bundan sonrasında Japonya bir dizi maceraya atılmıştı. 1. Çin-Japonya, Rusya-Japonya ve 1. Dünya Savaşı içinde yer almışlardı. Bu 2. Dünya Savaşı'yla da devam etmişti. Kuzeydoğu Çin, Pasifik, Pearl Hearlbor savaşları sonrasında; ABD’nin bildik atom bombası saldırıyla ulusal hezimeti yaşamışlardı. Buna rağmen silkilip düştükleri yerden ulus olarak kalkmayı başarmışlardı.
Japonya’nın irredantist (yayılmacılık ya da tarihten yola çıkarak toprak hakkı ileri sürme talebidir) hataları da üretim başarıları da tüm dünya ulusları için çok önemli dersler içeriyor. Bizim de Japonların da çok fazla düşmanları olduğu kaçınılmaz bir gerçek. Atatürk küresel barışın önemini en iyi anlamış dünya liderlerinden birisiydi. Bunu Nobel barış adayı gösterilmekle de taçlandırmıştı. Eğitim altyapısını çok sağlam temeller üzerine kurmuştu. Endüstrileşme yönünde devlet destekli kalkınmayı benimsemiş, çok hızlı bir büyüme temposu da yakalamışlardı.
Önümüzde Japonya örneği, Atatürk dönemi politikaları ve ilkeleri dağ gibi duruyor. Üstüne üstlük bizim dışımızda kalan batılı ülkeler 2. Dünya Savaşına ve onun yıkımına da maruz kalmışlardı. Bu güne kadarki savaş tarihinde en büyük insanlık kıyımlarını, siyasi entrikalarını ve vahşetlerini yaşayan dünya arenasından, tereyağından kıl çeker gibi, kendimizi çekip alabilmiştik. İsmet İnönü sayesinde bu savaştan uzak durmak da bizim için mümkün olacaktı. Böylesi bir rekabet avantajımız olmasına rağmen, hak ettiğimiz yeri o gün bu gündür alamamış durumdayız.
Bugün tartışma bile götürmeyen, ulusal kurtuluş çözüm yolundan farklı şeyler yapıp, aynı sonuçlar bekliyoruz. Tüm çözümleri demokraside aramak, ama tehditlere karşı da tetikte olmamız gerekiyor. Bismark gibi, Atatürk gibi, Japonya gibi… Planlı, devlet destekli, tercihli sektörlerle büyümeliyiz. Bunu şeffaflık, adalet, eşitlikle destekleyebilmeliyiz. Yoksa, küreselleşmenin 2008 krizi çarklarını döndüren yağlı bir dişlisi olmaktan öteye gidemeyiz.