İstikrar ya da büyüme tercihi zorunlu mu?
Malum, geride kalma korkusuyla dikkatleri hep başta rekabet gücü, verimlilik ve güvenli yatırım ortamı olmak üzere yapısal zafiyetlerimiz üzerinde tutmaya çalışıyoruz ya, bu hiç de kısa dönemde hepimizin hayatını daha yakından ilgilendiren konjonktürün ihmal edilebileceği anlamına gelmiyor. Sadece işin bu yanını 2001 öncesi on yıl ile kıyaslanmayacak ölçüde dengeli ve temkinli yürüten deneyimli bir ekonomi yönetimi varken bundan yeterince yararlanmadığımızı söylüyor, buna hayıflanıyoruz. Çünkü yarım yüzyıldır kah üniversite yıllarımdaki adıyla "az gelişmiş”, daha sonra biraz daha umut veren adıyla "gelişmekte olan", daha yakın geçmişte de gururumuzu okşayan adıyla "yükselen" ülkeler arasında sayılmaktan kurtulamayan ve bir türlü lig değiştiremeyen ülkemizde yalnızca istikrar, özlemlerimizi karşılamaya yetmiyor; aynı zamanda hızla büyümeye, müreffeh ve gelişmiş dünya ile aramızdaki mesafeyi kapatmaya ihtiyacımız var. Ama bunun için olumsuz konjonktür koşullarında bile altüst olmayacak, sürekli patlayacak kur ve faiz dengeleriyle kazanımlarını yitirme riskiyle sık sık karşılaşmayacak sağlamlıkta ve dirençte bir ekonomik yapı yaratmamız gerek. Maruzatımız bunu dillendirmekten ibaret...
Mali istikrardan vazgeçerek büyüyemeyiz
Oysa görüyoruz ki eksikliklerimize odaklanmak bir yana, uzun süredir başarıyla devam ettirdiğimiz istikrar politikalarından da vazgeçmeye gidebilecek yorgunluk emareleri gösteriyoruz. Konjonktürel politika araçlarını, yapısal zafiyetleri de giderecek sihirli mekanizmalar sanarak kendimizi aldatıyoruz. Böylece hem vardığımız gelişme düzeyinde artık kolaylıkla baş edebileceğimiz ve Acemoğlu'nun literatüre kazandırdığı deyimle kapsayıcı / güçlendirici reformları gündemin dışına itiyor, hem de hem de 2008 krizi öncesindeki elverişli küresel konjonktürden yararlanmamızı sağlayan mali istikrar çapasından da yoksun kalma riskini göze alıyoruz.Tezelden bu hatadan dönmek zorundayız.
Baksanıza düne kadar rol modeli ve örnek olduğumuzu sandığımız Kazakistan bile zengin doğal kaynaklarına yaslanıp keyfine bakmıyor. Bu kaynaklarda gelecek kuşakların da hakkı olduğunu kabul edip sanayi kapasitesini artırmaya odaklanıyor ve 2050 yılını hedef alan bir stratejik plan hazırlıyor ve metalurji, kimya, sağlık, lojistik, teknoloji ve inovasyonu da içeren on öncelikli alan saptıyor.
Saptamakla kalmıyor, eyleme de geçiyor, sözgelişi İpek Yolu'na odaklanıyor ve Çin'e demiryolu yapıyor. Demokrasi ve piyasa ekonomisi eksikliğine rağmen sadece yönetim öngörüsü ve becerisiyle Kazakistan'ın bu yola girmesi yeni de değil. On yıl kadar önce St. Petersburg’da katıldığım gelişmiş ve gelişmekte olan bizim ve Rusya ile Kazakistan'ın da dahil olduğu yirmi kadar ülkenin ekonomik yapı ve politikalarının irdelendiği bir seminerde yatırım ortamını en hızlı iyileştiren ülkenin Kazakistan olduğu vurgulanmıştı. Zaten Dünya Bankası'nın yıllık iş ve yatırım ortamı ile ilgili "doing business" raporları da bu trendi doğruluyordu. Biz ise el atmadığımız reform alanlarını bir yana, on yıl önce mevzuatımıza eklediğimiz "bölgesel holding şirketleri için Kurumlar Vergisi teşviği"ni bile bırakın dış yatırmcılara,kendi şirketlerimize anlatmayı (ya da o güveni sağlamayı) beceremiyoruz.
Küba, Billy Joel ve yeni oyuncular
Bu arada ihmallerimizi gidermenin maliyeti de giderek artmakta. Neden mi? Yeni ve basit bir örnek ile anlatayım. Geçen hafta Cumhurbaşkanı'nın Latin Amerika gezisinin Küba bölümüne iş ve yatırım olanaklarını araştırmak için katılanlar arasındaydım. Uzun zamandır zamanın ve gelişmenin dondurulduğu, komünizmin son kalesi sayılan ve neredeyse geçmişe ait egzotik bir müze gözüyle bakılan Küba, artık başta ABD olmak üzere dış dünya ile artan diyalogun da gösterdiği gibi liberalleşmenin eşiğinde. Ülkenin, Kuzey ve Güney Amerika gibi dev bir piyasanın tam ortasındaki stratejik konumu ve güzel doğası, zengin tarihi ile sadece turizm endüstrisiyle bile büyük bir sıçramayı sağlayacak potansiyeli var. Yönetim’in statükoyu koruma eğilimi belli ki bu açılımı bir süre geciktirecek, ama önleyemeyecek. Küba da artık küresel sisteme yeni bir oyuncu, yeni bir aktör olarak katılacak. Tıpkı Meksika'nın, Brezilya'nın, eski doğu bloku ülkelerinin, Rusya'nın ve Çin'in katıldığı gibi...
Aslında küresel sistemin genişlemesi bununla kalmayacak. Ortadoğu ülkeleri de mevcut otokratik rejimleri ile bile, tıpkı Kazakistan gibi, petrol gelirine bağımlılıktan kurtulmaya çalışıyor ve eğitim, teknoloji ve sanayi odaklı stratejik planlar hazırlıyor. Afrika da giderek hızlanan bir şekilde oyuna dahil olma yolunda. Zaten eşyanın ve insanın doğası bu, toplumları özgürlüklerden ve piyasa sisteminden ilanihaye uzak tutmak mümkün değil. Geçen belgeselini izledim, ünlü Amerikan rock and roll şarkıcısı Billy Joel,1987'de yani perestroyka'nın başlangıcında ilk konser turnesi yapan sanatçı olmayı kabul ettiğinde sonuçtan kaygılıymış, soğuk savaş döneminin etkisiyle kendi ülkesinde de yuhlanmış. Ama başta donuk ve hareketsiz olan kitleler turne ilerledikçe coşmaya başlamış, askerler bile çılgınca alkışlamış, hatta şapkalarını sanatçılara hediye etmiş. Amerikalılara hiç de düşman olmadıklarını, dünya ile de barışık olduklarını haykırmışlar. Demem o ki bu bütünleşme kaçınılmaz, geciktiren sistemler ve yönetimler sadece o ülkelere zaman kaybettirmiş oluyor. Küresel büyüme de piyasanın genişlemesini, yeni pazarların katılmasını dayatıyor. Ne var ki bu genişlemenin önemli bir sonucu daha olacak, rekabet artacak, sermaye maliyetini (yani küresel yatırımcının getiri beklentisini) düşürmek için gösterilmesi gereken çaba artacak.
Kaldı ki çok büyük teknolojik sıçrama olmadıkça, geçenlerde Paul Krugman'ın Times’da yazdığı gibi uzun vadede dünya ekonomisi için durgunluk kaçınılmaz olduğu için rekabetin stres katsayısı yükselecek. Bu da şu anlama gelecek: Bizim yapısalları ihmalimizin maliyeti sadece sıçrama fırsatını yitirmekle sınırlı kalmayacak, asgari rekabet koşullarından kopmak da muhtemel senaryolar arasına girebilecek. Ayrıca şirketlerimizin de bu yoğun rekabetle başa çıkabilecek kapasiteye ulaşmış olması gerekecek ki büyük ölçüde bir soru işareti.