İstanbul Üniversitesi'nin artık kendine gelmesi gerekiyor!
İstanbul Üniversitesi rektör seçimleri dün itibarıyla yapıldı. Biz bu satırları kaleme aldığımızda sonuç henüz belirlenmemişti. Ancak, sonuç ne olursa olsun, kim rektör olarak atanırsa atansın, İstanbul Üniversitesi'nin artık bir değişimi başlatması gerektiği açıktır. Zira ülkenin genel koşulları böyle bir değişimin gerekli olduğunu ortaya koymaktadır. Böylesine geniş kapsamlı bir değişim ise rektör tarafından sürüklenebilir olsa bile, toplam yüz elli bin kişinin bulunduğu bir kurumda kısıtlı bir kadro ile başarılabilir görünmemektedir. Dolayısıyla İstanbul Üniversitesi'nin derlenip toplanması, çalışanlarının tümünün sorumluluğundadır.
Bu noktada herkesin kendisine sorması ve tarafsız olarak yanıtlaması gereken bir soru bulunmakta. Bir "İstanbul Üniversitesi mensubu olarak üniversitem ve ülkem için gerekeni yapıyor muyum?" Üniversite için yapılması gerekenler elbette onu ileriye taşımak için gereken çalışmalardır. İstanbul Üniversitesi'nin bu konudaki sicilinin iyi olduğunu ne yazık ki kimse ileri süremez. Olağanüstü geçmişine karşılık, İstanbul Üniversitesi bugün bilimsel anlamda atalet içerisindedir. Bu ataletin altyapı vb. yerlerde aranması ise "kolaycılıktır". Üniversite atıldır, zira öğretim üyeleri atıl kalmayı seçmekte ve bu durumu yönetimin, devletin, siyasi iktidarın, kısacası mebzul bahanenin üzerine atmaktadır. Bugün "ölüsü bile" ilk 500'e giren üniversite, mensupları biraz çalışsa, çok daha fazlasını başarabilecek kapasitededir.
Ama daha önemli ikinci unsur, İstanbul Üniversitesi'nin ülkesi için ne yaptığıdır ki, burada durum daha vahimdir, zira 1933'ten bu yana fazla bir yol alamadığımız ortaya çıkmaktadır. Tarihe gidecek olursak, daha 1923'te yönetim ile üniversiteyi karşı karşıya getiren ilk olay, Cumhuriyet'in ilanı üzerine bir kutlama mesajı gönderilmesi teklifine dayanmaktadır, yani Darülfünun Talebe Birliği Genel Kurulu'nun, "üniversitenin siyasi akımların dışında kalması kanaatiyle" karşı çıkması olmuştur. İkinci bir olay ise, harf devrimi konusunda bazı Darülfünun hocalarının çekinceler ifade etmeleri idi. Ancak bardağı taşıran damla, Atatürk'ün 1930'dan itibaren benimsediği Türk tarih ve dil tezlerine Darülfünun'un ilgi göstermemesidir. 1930 Aralık'ındaki Darülfünun ziyareti sırasında, bazı profesörlerin kuşkucu yaklaşımları, Atatürk'ü bile kızdırmıştır.
Nitekim 1932 Türk Tarih Kongresi'nde, bazı profesörlerin açıkça, bazılarının tevil ve yumuşatma yoluyla Gazi'nin tezlerine karşı çıkmaları, Darülfünun'un sonunu getirmiştir. İlhan Başgöz'ün deyimiyle: "Bu kongrede İstanbul Darülfünun'undan bazı öğretmenler resmi dil ve tarih görüşlerini eleştirmek cesaretini gösterirler. Mustafa Kemal'in öz ilgi ve desteği ile yürütülen ve hükümetin kültür politikası halini alan bu iki görüşün üniversitede destek bulamaması bir yana, bir de eleştirilmesi Ankara'da şiddetli tepki yaratır." Kongreden iki ay sonra sonra, Türk tarih tezinin ateşli savunucusu, eski İstiklal Mahkemesi hakimi Dr. Reşit Galip, Maarif Vekili tayin edilerek, üniversiteye çekidüzen vermekle görevlendirilir. İstanbul Üniversitesi 1 Ağustos 1933'te yeni bir kadro ve yapıyla açıldı. 1 Kasım 1933'de Türkiye'nin "ilk ve tek" üniversitesi olarak eğitime başlar.
İstanbul Üniversitesi'nin daha kuruluş aşamasındaki Cumhuriyet'e sahip çıkmaması tavrı, bugün ülkenin siyaset dışı sorunlarına sahip çıkmaması "geleneği" ile çok da fazla farklılık göstermemektedir. Bugün benzer kayıtsızlık rektör seçimleri konusunda da yaşanmaktadır. Fakülteler ve öğretim üyeleri gereksinimlerini ve önerilerini bildirmek şöyle dursun, rektör adaylarına "ne yapacaksınız?" diye sormaktadır. İstanbul Üniversitesi'nin öğretim üyeleri bireysel duyarlılıklarını işbirliğine ve yapıcı projeler üretme becerisine yansıtamamaktadırlar. İşte bu durumun artık değişmesi gerekmektedir. Değişimin gerekçesi ise üniversitenin nedeni olan vatandaşların ihtiyacını karşılamak olmalıdır.