İstanbul için 2010 yaklaşımı - 3
Geçen yazımızı 2010 sürecine ve kültür-turizm politikalarına kamunun tepetaklak bakışını, ayakları üzerine oturtmaya çalışacağımızı söyleyerek bitirmiştik; devam edelim...
Türkiye'de turizm işi bir sektör haline geldiğinden beri, kültürel aktivitelerin ve turizmin diğer toplumsal faaliyetlerden ayrı birimler olduğu ve özel politikalarla geliştirilmesi gerektiği gibi bir anlayışla ele alındığına şahit olduk. 2010 projesinin temel sakatlığının da esasen aynı yaklaşımı devam ettirmesi olduğunu söylemek hiç de yanlış olmaz. Yani ülkemizde toplum ve kültürel faaliyet, toplum ve turizm birbirinden tamamen ayrı olgular olarak kabul edilir ve bu ikililerin biraraya gelemeyeceği önkabulüyle hareket edilir. Bu elbette şu ana kadar kırılamayan geleneksel bir bakış açısının bir tezahürüdür.
Bu bakış açısına göre kültürel faaliyetler esasen seçkinlerin işidir ve geniş halk kitlelerini zaten ilgilendirmez. Turizm ise bir ekonomik faaliyet alanıdır ve halk turizm sektörüne ancak iki şekilde entegre edilebilir. Birincisi işgücü olarak, ikincisi geleneksel kültür varlığının turistikleştirilebildiği ölçüde...
Hatırlayacaksınız iki hafta önce 2010'la ilgili ilk yazımızda AKB Ajansı'nın "2010 Projesi'nin İstanbul'a katkıları" başlığı altında saydığı maddelerden alıntılar yapmıştık. Ajans, yurtdışında İstanbul'a ilişkin algıların yükseltilmesinden, kentteki turizme yönelik altyapının güçlendirilmesinden söz ederek bu sayede İstanbul'un önemli bir destinasyon haline geleceğini belirtiyor, ziyaretçilerin kentteki kalış sürelerin yükseleceğini ve sonunda daha fazla gelir elde edileceğini söylüyordu. Yani AKB Projesi'nde gerçekliğin değil, algının iyileştirilmesi, İstanbul'daki yaşam ve altyapı kalitesinin bütünsel olarak yükseltilmesi değil, bunun turizme yönelik bölümünün iyileştirilmesi, en nihayetinde de biraz daha fazla gelir elde edilmesi amaçlanıyor.
DÜNYA'da daha önce turizm sektörüyle ilgili yazdığım yazılarda yaptığım vurguları burada bir defa daha tekrarlamakta fayda var. İstanbul'un bir turizm destinasyonu olarak Avrupa'da Roma, Paris ve Londra gibi, tarihsel öneme sahip metropollerle aynı kulvarda bir kent olarak kabul edilmesi gerektiği konusunda sanırım hiç kimsenin kuşkusu yok. Ancak İstanbul'un saydığım bu metropollerin çok çok altında ziyaretçi çektiği ve gelir elde ettiği de bir gerçek. Dünya kentlerinin yaşam kalitesi sıralamasını yapan Mercer'ın 2009 araştırmasına göre dünyadaki 215 metropolün içinde yaşam kalitesi açısından İstanbul 121'inci sırada geliyor. Oysa İstanbul'un çok üzerinde ziyaretçi çeken tarihi kentlerden Viyana listenin en başında. Paris 33'üncü, Londra 38'inci sırada. Kentsel altyapı açısından bakıldığında ise Londra 8'inci, Paris 13'üncü, Viyana ise 18'inci sırada yer alıyor. İstanbul altyapı açısından 113'üncü sırada.
İstanbul'un tarihsel bir metropol olarak hak ettiği ölçüde ziyaretçi çekebilmesi için sanıldığı gibi "turizm altyapısının" değil tüm kentsel altyapının iyileştirilmesi gerekir. Yurtdışında "İstanbul'un algısının yükseltilmesi" değil, İstanbul'daki yaşam kalitesinin yükseltilmesi gerekir. İnsanları bir kente çeken ve o kent için bir fikir oluşturan şey yalnızca tarihi yapılar ve doğal güzellikler olamaz. Bir kent içinde yaşayan insanlarla bir bütündür. Eğer bir kent içinde yaşayanları mutlu ediyorsa, rahat ettiriyorsa, onlara iyi ve kaliteli bir yaşam sunuyorsa, yaşayanlar kente, kent de yaşayanlara sahip çıkıyorsa o kenti dışarıdan pek çok kişi görmeye gelecektir. Bu kent bir de tarihsal ve doğal güzelliklerle bezeliyse o zaman bütün dünya kapıda kuyruk olacaktır...
İstanbul'a son 20-30 yılda "turizm bölgesi yaratma" mantığıyla yapılan yatırımları gayet iyi biliyoruz. Peki bunca otel ve tesis yatırımına karşılık İstanbul'da bir yabancı ziyaretçinin kullanabildiği alanlara haritada hiç baktınız mı? Boğaz'ın iki yakasının bir bölümü, Beyoğlu-Galata bölgesi, Tarihi Yarımada'nın bir bölümü... Toplasanız İstanbul'un ancak 50'de biri eder. Eğer bir kentin yalnızca 50'de biri yaşamaya ve görülmeye değer özellikler taşıyorsa ortada ciddi bir sorun var demektir ve bu sorun "daha çok tanıtalım" veya "algıyı yükseltelim" gibi çözümlerle ortadan kaldırılamaz.
Daha çok ziyaretçi çekmek için "fakirleri buralardan kovalım, bu binaları restore edip turizme açalım" mantığı, insanların buraya akın etmesine değil, olsa olsa birilerini zengin etmeye yarar.
Kent ve o kentin insanları bir bütündür ve bu insanlar günlük yaşam aktiviteleri içinde yabancı ziyaretçilerle doğal bir etkileşim içinde olmalıdır. Bazı bölgeleri insansızlaştırıp yalnızca turistlere hizmet sağlayan grupları orada tutmak, daha önce çeşitli örneklerini gördüğümüz gibi kentin doğal dokusunu yok edip çok da çekiciliği olmayan yapay ortamların ortaya çıkmasına neden oluyor. (Bunu daha önce Disneyland Sendromu olarak adlandırmıştım) Kısaca söylemek gerekirse turizm politikasına hakim olan "turizm bölgesi" kavramı, aslında pazarlama disiplini açısından bakıldığında, bizatihi turizme düşman bir kavram olarak karşımıza çıkıyor.
Bu zihniyetin hayatımızda yarattığı tahribatlara ve bu nedenle bazı konularda neden başarısızlığa mahküm olduğumuza zaman zaman tekrar değineceğiz. Ancak bu yerleşik zihniyet çerçevesinde 2010'un açılış gecesinde 2010'a atıfla saat 20:10'da başlayacak havai fişek gösterisini ancak 21:30'da başlatan, 20 dakikalık gösteriyi 10 dakikada bitiren ve son derece sıradan bir açılışa imza atan, Haliç'in iki yakasında yağmur altında çoluk çocuk 1 saat 20 dakika bekleyen onbinlerce kişinin yuh seslerini duymazlıktan gelen, açılış programı için İstanbulluları değil, her yere gecikmeyle gelen Ankara protokolünü merkeze alan AKB Ajansı'nın "katılım"dan, "sahiplenme"den, "enerji"den "kültür bilinci"nden ne anladığını da 500 milyonu ödeyen vatandaşlar olarak sormamız gerekiyor.