İstanbul için 2010 yaklaşımı - 2

Güventürk GÖRGÜLÜ
Güventürk GÖRGÜLÜ PAZARLAMA 3.0 [email protected]

Geçen yazımızı İstanbul 2010 açılış kutlamalarından hemen önce yazmış ve kutlamaları izledikten sonra bu konu üzerinde konuşmaya devam edeceğimizi söylemiştik.

Hatırlayacağınız gibi AKB Ajansı, 2010'un "büyük bir katılım projesi" olduğunu söylüyordu. Ayrıca AKB Ajansı'nın kurum olarak bir "sivil-bürokrat işbirliği" modeli oluşturması ve bundan sonraki projeler için de emsal teşkil etmesi hedefleniyordu.

AKB Ajansı tam tersine kurulduğu günden bugüne bitmez tükenmez bir sivil-bürokrat kavgasına sahne olurken, geçtiğimiz iki yıl boyunca İstanbulluların katılacağı ve sahipleneceği bir projenin ortaya konulduğunu söylemek gerçekten güç. Zira, "sahiplenmek" bir yana, İstanbulluların büyük bir çoğunluğu Avrupa Kültür Başkenti'nin ne olduğunu dahi anlayabilmiş değil. Hatta 2010'un resmi açılışı için hazırlanan ilanlar ve reklam filmleri bile sanki olayın daha iyi anlaşılması için değil, anlaşılamaması için tasarlanmış izlenimi yaratıyordu. Hal böyleyken 16 Ocak'taki açılışa harcanan 8,5 milyon liranın da 2010 projesi için harcanacak 500 milyon liranın da ne işe yarayacağı hayli tartışmalı...

16 Ocak'taki açılışın içeriğinin oluşturulmasından da sorumlu AKB Ajansı Büyük Etkinlikler Koordinatörü Serhan Ada, Kasım ayı başındaki istifasının ardından, ileriki uygulamalar için emsal oluşturabilecek bir yapının Ankara'nın kaynak dağıtımına müdahaleden vazgeçmemesi nedeniyle nasıl işlemez hale geldiğini şu sözlerle anlatıyordu:

"2010 AKB Ajansı özerk. Ama karar sürecinin içinde parayı dağıtan, Ankara'nın kendisi ve onun iki dudağı (Maliye Bakanlığı ve Devlet Bakanlığı) olduğu sürece gerçek bir özerklikten bahsedilemez." (11.11.2009 Habervesaire.com)

Türkiye'de yerel ve merkezi yönetimlerin, kaynak dağılımı sözkonusu olduğunda ipleri sıkı sıkıya ellerinde tutma konusunda hiç de tavizkar olmadığını zaten biliyoruz ve yaşıyoruz. Hatta Türkiye'de siyasetin rant yaratma ve kaynak dağıtma mekanizması üzerine kurulduğunu ve bu mekanizmanın bugünlerde çözülmek bir yana daha da güçlendiğini söylersek pek de haksızlık yapmış olmayız. Yerel ve merkezi yönetimlerin kentsel gelişim politikası olarak "herkes için yaşanabilir bir kent" yaratmayı değil "rant yaratmayı" hedeflemesi, bu siyaset mekanizmasının hem nedeni, hem de sonucu olarak görülebilir. Bu tutumu yalnız İstanbul'da değil, başka bir çok kentte de yerel yönetimler ve TOKİ uygulamalarında net olarak görebiliyoruz.

İstanbul 2010 Projesi'nin, görüntüde ses getirse de, amaçlar arasında sayılan "katılım" ve "sahiplenme" konusunda kentte herhangi bir hareketlilik yaratamamasının esas nedeni olan bu temel tutumun pek çok göstergesi sayılabilir.

Örneğin uzun zamandır konuşulan, Boğaz kıyısındaki okulların satılması veya uzun dönemli kiralanması projesi, İstanbulluları bu bölgeden uzaklaştırmayı ve yüksek gelirli yerli-yabancı kitlenin kullanımına açarak rant yaratmayı hedefleyen projelerin başında geliyor.

2007 ve 2008'de istanbul'un Zincirlikuyu, Mecidiyeköy gibi en yoğun bölgelerinde kalan Karayolları, Likör Fabrikası gibi kamuya ait en son arazi parçalarının bölge sakinlerinin yaşam kalitesini yükseltecek yönde park, yeşil alan ve kültür merkezi olarak kullanılması yerine, gökdelen alanı olarak satılması "rant" hedeflenmesinin bir başka tezahürü.

Ve elbette İstanbul'un dört bir yanında uygulanan "kentsel dönüşüm" modeli… Tarlabaşı, Fener-Balat ve yaşanan en çarpıcı "kentsel dönüşüm" modeli olarak tarihe geçmeye aday Sulukule Projesi. Hatırlayacağınız gibi dünyanın ilk yerleşik Çingene topluluğunu bin yıldır barındıran Sulukule, içinde yaşayanların ve pek çok sivil toplum örgütünün itirazlarına rağmen 2009'da yıkıldı. Sulukule sakinleri neredeyse bir tehcir politikasıyla İstanbul'un 40 kilometre dışına, Taşoluk'taki TOKİ konutlarına gönderildi.

Aslında son yıllarda Türkiye'de bol bol "sivilleşme"den söz edilse de 2010'un İstanbullular tarafından sahiplenilememesinin ve katılım sağlanamamasının temelinde aslında bir türlü "sivilleşemeyen" yönetim zihniyeti yatıyor. Kaynak dağıtırken "ipler benim elimde olsun" takıntısı, yönetim anlayışında "en iyisini ben bilirim, benim dediğim olacak" şeklinde tezahür ediyor. Bunu aşırı "serbest piyasacılık"la harmanladığınızda ise icraatınızın temeline "en yüksek rantı nasıl yaratabiliriz" güdüsü oturuyor. Ve bu güdü bizi ne yazık ki katılımcılığa, kenti sahiplenmeye değil, "fakirler gitsin, zenginler gelsin" tarzı bir "kentsel dönüşüm" modellerine kadar götürüyor.

Önümüzdeki hafta, kente, 2010 sürecine ve kültür-turizm politikalarına kamunun tepetaklak bakışını, ayakları üzerine oturtmaya çalışacağım. 2010'la ilgili olarak sözü biraz uzattığımın farkındayım ama geçtiğimiz iki yıl boyunca hem "2010'un altından kalkarsak AB'ye girişimiz dahi kolaylaşır"a varan abartılı nutuklara maruz kalıp, cebimizden de 500 milyon lira çıkınca söyleyecek sözler de öyle kolay bitmiyor. Ama söz, haftaya son...

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar
Orta vadeli temenniler 21 Eylül 2018