İsrail - Türkiye hattında psikolojik gerilim
Ortadoğu coğrafyası açısından 14 Mayıs 1948 tarihi yeni ve zor bir dönemin başlangıcına işaret ediyordu. İsrail devletinin kuruluşu o gün David Ben Gurion tarafından ilan edilmiş; ilandan dakikalar sonra da ABD tarafından de facto olarak tanınmıştı.
Tüm dünya savaş sonrası kurulan iki kutuplu düzenin güvenlik odaklı ruhuna bürünmüştü. ABD Başkanı Roosevelt'in görev başında ölmesi üzerine başkanlığı devralan yardımcısı Harry S. Truman, yaklaşık 2500 yıl önce topraklarından sürülen Yahudilerin ana vatanlarına dönmeleri ve Holokost dâhil uğradıkları tüm mağduriyetlerin karşılığında bir devlete sahip olmaları gerektiğini açıkça dillendiriyordu.
Amerikan çıkarları açısından giderek daha da somutlaşan Sovyet yayılmacılığına karşı Ortadoğu’nun ve Doğu Akdeniz kıyı şeridinin korunması şarttı. İşgal korkusu altında yaşayan Yunanistan ve Türkiye gibi ülkelerin de bu çerçevede müttefikler olarak finansal kaynaklarla desteklenmesi gerekiyordu.
Yunanistan’ın yaklaşık 40 yıl sonraya bıraktığı İsrail’i hukuken tanıma işini Türkiye ilanın üzerinden bir yıl bile geçmeden halledecekti. İsmet İnönü liderliğindeki Türkiye, İsrail’i tanıyan ilk Müslüman ülke olarak tarihteki yerini almıştı.
Refahyol hükümeti başbakanı Necmettin Erbakan ile taze İsrail başbakanı Benjamin Netanyahu arasında 1996 yılında imzalanan savunma ve askeri işbirliği anlaşmaları tarihsel bir sıçrama niteliğindeydi. Mısır ile İsrail arasından imzalanan Camp David Antlaşmalarından bu yana bölgede bu kadar net rota değiştirici bir adım atılmamıştı. Vaktiyle Alan Makovsky İsrail ve Türkiye’nin ortak noktasını “Ortadoğu coğrafyasındaki öteki” olmak biçiminde tarif etmişti. Her iki ülke de bir türlü Ortadoğululaşamıyor ama Ortadoğu’dan da çıkamıyordu. Coğrafya kaderdi.
İsrail- Türkiye nereye?
Tüm dünyada ve Ortadoğu’da 21. yüzyılın dinamiklerinin bir önceki dönemden farklı olacağı çok açık. Nitekim İsrail’in 7 Ekim sonrası “yeni düzen operasyonu” adı altında başlattığı askeri faaliyet ve saldırılar genişleyerek sürüyor.
Bir yandan ABD Başkanı Trump’ın açık desteği, diğer yandan Türkiye dışındaki ülkelerin zayıf tepkiselliği nedeniyle bölgede tansiyon bir türlü inmiyor. Gazze odaklı olarak başlayan çatışmalar Lübnan, Yemen ve Suriye’ye de yayılmış durumda. Netanyahu hükümeti “güvenliğini sağlama” adına(!) bölgede güvenli bir alan bırakmamakta kararlı.
Suriye topraklarını hedef alarak yürüttüğü operasyonların farklı bir özelliği var. Oradaki kaya sert. Türkiye’nin yoğun desteğiyle yeni bir devlet inşası için çaba sarf ediliyor. İsrail’in saldırılarının savaştan yeni çıkmış, harap haldeki ülkenin bir sistem kurgulama ve toparlanma çabasını baltalaması, güney sınırında istikrar ve düzen arayan Türkiye ile doğal bir çatışma zemini yaratıyor.
İster istemez iki ülke arasında giderek sertleşen siyasi ve söylemsel pozisyon, kamuoyunda “sıcak çatışma olabilir mi?” sorusunu da beraberinde getiriyor. Kanımca tüm gerginliğe ve söylemlere rağmen ciddi bir çatışma riski düşük ama hiç ihtimal yok da diyemiyorum.
Psikolojik iklim
Türkiye ile İsrail arasında yaşanan gerilim, yalnızca diplomatik ve askeri denklemlerle değil, psikolojik algılarla da şekilleniyor. Güvenlik ve kimlik temelli algılar her iki ülkenin birbirini ana güvenlik tehdidi olarak çerçevelemesi noktasına doğru gelişiyor. Türkiye, Filistin konusundaki tarafını net olarak ortaya koyan bir aktör; İsrail ise kendisine daha geniş bir “lebensraum” (!) yani yaşam alanı oluşturma peşinde.
İsrail yönetimi Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı otoriter ve antidemokratik olmakla suçluyor; Netanyahu ise resmen bir savaş suçlusu. Dış politikada Türkiye’nin yıldızı yükselirken İsrail ciddi bir zemin kaybına uğramış durumda ve on yıllardır uluslararası imajını üzerine oturttuğu mağdur halk algısını kaybettirecek ölçüde zalim bir duruşları var.
Politik psikoloji disiplini devletlerarası krizlerin yalnızca çıkar çatışmalarının değil, aynı zamanda algı çatışmalarının da bir ürünü olduğunu söyler. Türkiye’nin dış politikasında İsrail karşısında ortaya koyduğu sert tutum, yalnızca bölgesel jeopolitik kaygılardan değil, aynı zamanda kolektif hafızadaki birikimler, inanç sistemleri arasındaki dinamikler ve tarihsel sorumluluklardan da besleniyor.
Kuşkusuz toplumsal düzeyde Filistin meselesi, Türkiye’de uzun süredir güçlü bir duygusal yatırımın nesnesi. Gazze’de yaşanan insani trajediler, halk nezdinde yalnızca bir uluslararası kriz değil, bir “ahlaki sınav” olarak da kodlanıyor. Kolektif vicdanın ve adaletin savunucusu rolü bize yakışıyor ancak bunun için içerideki krizlerde takınılacak tavır en az dışarıdaki kadar önemli. Adalet önce insanın kendi evinde karşılanması gereken bir ihtiyaç.