İşlerimizi ”bilmeden” mi yapıyoruz?
Yaşımızın ulaştığı son noktada sahip olduğumuz bilgi, birikim, deneyim ve sükûnete, enerjimizin doruğunda olduğumuz gençlik günlerimizde sahip olsaydık, kendimizi farklı bir yaşam yolu seçer miydik?
Hayatta asıldığınız her ipe tırmanmış olsak da, çıktığımız yerle ulaştığımız yer arasındaki fark, maddi ve manevi açıdan bizi doyursa da, "…bir kere daha dünyaya gelsem, yine aynı yolu izlerdim" sözünü, yaşam okunun ilerleyen ve genişleyen hedefi açısından gerçekçi bulamam.
Kendi adımı söylemeliyim ki, insanları, ülkeleri, toplulukları, toplumları "idealize ettiğim" boşluğuna yakalanmışımdır.
Belki biraz da bizim yetiştiğimiz dönemlerde aklımızı bir ideolojiye emanet etme çok yaygın olduğu için, büyük iş insanlarının makroekonominin işleyişi hakkında gerçeğe yakın bilgi sahibi olduklarını düşünürdüm. İş yaratmanın öncüleri olan iş insanlarının, eğilimleri, fırsatları, tehlikeleri, kendi olanak ve kısıtlarını gerçeğe yakın bildiklerini varsayar; taktik nedeniyle ateşteki kestaneleri elleriyle çekmemek için uzmanları, kuruluşları ve kurumları sözcü olarak kullandıklarına inanırdım. Aksı halde, toplumda bir sınıf egemenliğinden söz etmek mümkün olmazdı.
Nobel ödülü alarak, kendisine "ukela" deme hakkını ellerimizden alan Paul Krugman'ın, iş insanlarının makroekonominin işlemesi hakkında pek fazla şey bilmeleri gerekmediğini söylemesini, 35 yaşımdan önce okusaydım; hemen reddederdim. Şimdi reddetmedim; alıcı bir ruhla değerlendirmeye çalıştım. Ünlü ekonomist, bağımsız işleri genişletme konusunda her şeyi bilen iş insanlarının, ekonomiyi genişletme konusunda pek etkileri olmadığını söylüyorsa, mutlaka sağlam bir dayanağı olmalıydı.
Krugman daha da ileri gidiyor, "Üzgünüm, fakat sanayinin kaptanları, gerilemeleri ve düzenlemeleri yaratanın ne olduğu konusunda sağduyulu bir bilgiye sahip değiller" genellemesini yapıyordu. Genelleme üzerine düşünürken, Mübeccel Kıray'ı rahmetle andım. Akademik çalışmaların gri alanları azaltan titizliğinin önemli olduğunu söylerdi. Günlük medyada insanların ne dediklerini izleyerek analiz yapmanın ise, ciddi bir romancının çağını anlatma işlevini görmesi gibi, dünü anlamamızın temel araçlarından biri olabileceğini vurgulardı. Medyadan notlar alarak iyi bir arşiv oluşturursak, çapraz karşılaştırmalarla gerçeğe yakın konumlama yapabiliriz diye bizleri yüreklendirirdi.
Bütün yaşamını günlük tartışmaları izlemeye adamış biri olarak, sonunda "keşke" deme zorunda kalmayı istemem.
Geçmişte idealize ettiğimiz insanları, iş dünyasını, karşılıklı bağımlılık ilişkilerini günün koşullarına göre yeniden ele aldığımızda, şaşırtıcı sonuçlar çıkıyor karşımıza.
Kimi zaman bir kitap, çoğu zaman okuduğunuz bir yazı, arada sırada dinlediğiniz bir konuşma zihnimizde boşluklar yaratıyor.
Yaşım ilerledikçe, bildiğimi sandıklarımı daha sık sorguluyorum.
Sorgulamanın tehlikeli bir yanı da var: Çok ünlenmiş, çağında etkili olmuş, zekasını, aklını, yaratıcılığını kanıtlamış insanların bir an da unutulup gittiği bu dünyada, yapabildiklerimi çok anlamsız bulduğum anlar oluyor. Eğer Vaclav Havel'in "veda yazısı" da elimin altında olmasa, geri dönülmez boşluklara yuvarlanmam her an mümkün…
Çok ciddi sorunlarda bile sırtımızı tam olarak dayayabileceğimiz "değişmez değerlerimiz" bizden hızla uzaklaşıyor… Günün ortasında Diyojen gibi fenerle bir avuş istikrarı arar duruma geldik.
Bugüne kadar işlerimizi bilerek mi, bilmeden mi yaptığımızı kim söyleyebilir?
Belki de "…ah ile vah ile geçti bu ömür" de biz farkında değiliz…