İsim tabelalarını okudukça…
Türkiye’de bulunan bir müesseseye yabancı bir dilde isim vermek! Niçin? Bu durum son senelerde öyle bir hal aldı ki bazı semtlerde tabelalara baka baka yürürseniz hangi ülkenin hangi kentinde olduğunuzu dahi anlayamayabilirsiniz…
Konu, bu isimlerin sayısının giderek artması, gözde olması nedeniyle hiç gündemden düşmeyecek gibi; tabii ki benim zihnimin bir köşesini de durmaksızın kurcalayıp duracak.
Şöyle de bir durum var, Türkçe olmayan isimlere özellikle yeme-içme sektöründe ve eğlence dünyasında rastlıyoruz.
İşte o zaman düşünmeden yapamıyorum: İstanbul gibi binlerce yıllık bir kentte, kendi tarihimizden isimlerle, kendi lezzetlerimizle niye ortaya çıkamadığımızı niçin tartışmıyoruz?
Eminim ki bundan 5-6 yıl önce gazetelere birinci sayfalarından da giren haberleri okumuş, gelişmeleri takip etmişsinizdir:
Marmaray metro projelerindeki çalışmalar sırasında yapılan arkeolojik kazılarda Yenikapı'da günışığına çıkarılan Theodosius Limanı ve kalıntılar Neolitik döneme kadar gidiyordu; Sirkeci ve Üsküdar kazılarında tespit edilen Osmanlı ve Bizans dönemine ait buluntular da kent tarihi açısından olduğu kadar, dünya kültür tarihi açısından da önemli sonuçlar vermişti.
Özellikle içinde yaşadığımız şehrin 8 bin 500 yıllık süreç içinde geçirdiği kültürel, sanatsal ve jeolojik değişimi, gemi teknolojisi, kent arkeolojisi, jeo-arkeoloji, osteo-arkeoloji, arkeo-botanik, sanat tarihi, deniz ticareti, filoloji ve dendrokronoloji konularında önemli belgeler sunulmuştu bu bulgular ışığında...
Bakın biz, işte böyle bir kentte yaşıyoruz, şöyle bir kültürün mirasçısıyız demişlerdi... Bu şehrin sakinleri, tek bu nedenle bile haklı olarak binlerce yıllık geçmişlerindeki isimlerden seçebilirlerdi mekânlarının adlarını, ama kültürü ile, dil ailesi ile bizden çok farklı ülkelerden isimler koymayı tercih etmişlerdi!?
Niçindi? O çok zengin yerel mutfaklardan, İstanbul lezzetlerinden bihaber gibi başka yemekler pişirmek, sunmak, batı’dakilere benzetmeye çalışmak niyeydi ki? Ve bu mekânların, yerel lezzetlerimizi üretenlerin önüne geçmesi nasıl olabiliyordu?
Belki de ülkemize has yemekleri sundukları için yerel, ama işletme olarak batı’lı zihniyette mekânların çok az olmasının bir sonucuydu bu... Yurtdışında bile bizim mezelerimizi, yemeklerimizi hakkını vererek pişiren kaç lokanta vardı? Ülkemizde olanlar ise – benim çok sevdiğim – esnaf lokantalarının ötesine geçebiliyorlar mıydı?
İşte böyle bir ortamda popüler mekân isimlerinin söylemesi bile zor isimlerden oluşması kaçınılmaz bir sonuç muydu?
Ben, bu isimlerin konmasındaki bütün haklı gerekçeleri bilmeme rağmen, “hayır” diyorum. Bu toprakların kültürüne ait olanların ön plana geçmesinin zamanı geldi, geçiyor diye düşünüyorum. Yüzlerce yıllık yemek reçetelerimizi iyi muhafaza edip onları özgün halleriyle, ama batı’daki benzerleriyle yarışacak hizmet ve kalitede sunacak mekânları yaratmayı, olanları desteklemeyi savunuyorum.
Yurtdışından gelen turistler, bu mekânları bizden çok daha iyi biliyor, guide’larından bir gün önce de orada yemek yemiş gibi bulup gidiyorlar. Çocukluğumda dayımla birlikte gittiğimiz Sirkeci’deki Hüdâdâd Lokantası’ydı bana kelimenin anlamının Allah vergisi olduğunu öğreten; hem lezzetleri tanımıştım, hem de daha küçücükken bir sözcük daha öğrenmiştim.
Hiçbir şey için geç değil... Şimdi sıra bizde… Bu toprakların kültürünü muhafaza etme, sunma, tatma çabasına haydi biz de girişelim... Kendi sözcüklerimizle konuşalım, kendi isimlerimizi asalım tabelalarımıza. Emin olun bir süre sonra çok daha ilgi çekecek, çok daha sevilecektir…