İş yapma bilincimizi sorgulasak....

Rüştü BOZKURT
Rüştü BOZKURT BUZDAĞININ DİBİ [email protected]

Bu yazının amacı bilincin ne olduğunu anlatmak değil. Amacımız, işlerimizi bilinçle yönetme bağlamında, 'kaynakların laneti" örneğinden yola çıkarak, dünyada olup biteni okuma gündemi önermektir. 

Düşündüklerimizi yazıya dökerken "anlaşılma düzeyini" yükseltebilmek için Michio Koku'nun tanımladığı bilincin üç bileşenini anımsatalım: 1) Çevreyi hissetme ve tanıma, 2)Kendinin farkında olma, 3)Hedefler belirleyerek geleceği planlama, simüle etme ve strtaeji ortaya koyma. 
Harvard Business Review'de Ellen Langer,"Bilinçli olmak, yeni şeyleri aktif biçimde fark etme sürecidir. Bunu yaparsanız, sizi tam da şimdiki zamana taşır. Bağlam ve perspektife daha duyarlı hale gelirsiniz. Bilinç ilginin özünü oluşturur. Enerji tüketmez, enerji verir. Pek çok insanın hatası, tüm bu düşüncenin stresli ve yorucu olduğunu varsaymaktır. Ama asıl stresli olan düşüncesizce yapılan olumsuz değerlendirmeler ve sorunlarla karşılaşıp bunları çözemeyeceğimiz endişesidir"
diyerek işlerimizle bilinçle yönetmenin yol ve yöntemini gösteriyor.

Sait Başer'in tanımı, Langer'e yakın: "Bilinç, bir farkındalık durumunun zihinde kendiliğinden uyanık kalasıdır."

Birçok iş insanı, bol kaynaklara erişebilse çok önemli işlerin altına imza atacağına kendini inandırmıştır. Bazı insanlar, ülkemizin petrolu oysaydı ekonomimiz kanatlanıp uçar diye düşünür.
Joseph E. Stiglitz, ekonomistlerin "kaynak laneti" adını verdiği olguya gönderme yaparak, büyük doğal kaynaklara sahip ülkelerin, az kaynaklara sahip ülkelerden daha düşük oranda büyüdüğünü, kaynak bolluğunun zenginlik yerine bir ölçüde de tembellik yarattığını ileri sürer.
Ünlü ekonomist, her ikisi de petrol bağımlısı olan Endonezya ve Nijerya'nın durumunu analiz eder: Her iki ülke de 30 yıl önce kişi başına aynı gelir düzeyine sahip. Bugün ise Endonezya'nın geliri Nijerya'nın 4 katına ulaşmış durumda.

Elmas bağımlısı Sierra Leone ile Botswana incelendiğinde, Botswana son 30 yılda ortalama yüzde 7.8 büyümüş, sivil savaş yaşayan Sierra Leone ise yokluk ve yoksulluk kıskacından kurtulamamıştır.
Zengin kaynakları olan ülkelerin dikkat etmesi gereken üç olguya dikkat çeker Stiglitz:

1.      Zengin kaynaklar, toplumları daha fazla kaynak yaratma yerine pastadan daha büyük pay kapmaya motive ediyor. Pastadan payını alanlarla alamayanlar arasın bir savaşa giden yolun önü açılıyor. Hiç kuşku yok ki çatışma ortamı ve iklimi yabancı güçlerin manipülasyonunu kolaylaştırıyor.
 
2.      Hammadde fiyatları sürekli dalgalanıyor; dalgayı yönetmek de kaynaklara sahip ülkelerin elinde değil.
 
3.      Petrol ve diğer kaynaklar istihdam yaratmıyor; sıklıkla diğer ekonomik sektörlerin dışlanmasına yol açıyor. Bu olguya "Hollanda Hastalığı" deniyor; petrolden elde edilen gelir artınca paranın değeri yükseliyor.
 
Çok sayıda düşünür gibi Stiglitz 'de, kendini yeniden üreten ekonomiler yaratmanın en güvenilir yol ve yönteminin, insan kaynağını stokunu artırmak, insan kaynağını ve sermaye verimliliklerini yükseltmek olduğunu söylüyor.

Jean Daniel Torjma' da," Rasyonel analizler, yıllar süren durgunluktan sonra belirli bir anda ekonomik kalkınmanın nasıl harekete geçtiğini açıklamaya yetmiyor. Doğal kaynakların bolluğu, tarım ürünleri, madenler hatta petrol bile yeterli değil -öyle olsa Sibirya, Kongo veya Afrika gelişmiş ülkelerin başında yer alırdı. Rusya örneğindeki gibi, bilim ve teknoloji seviyesi ve zeka (Gerek Macarlar, gerekse Ermeniler mükemmel matematikçiler ve satranç oyuncuları çıkarmıştır) hatta para bile yetmiyor; zira servete boğulmuş Altın Yüzyılı İspanyası bile bunu 'kalıcı bir kalkınmaya' çevirmeyi beceremedi" diye bulgularını paylaşıyor.

Küresel Kalkınma Merkezi'nden William Easterly ile Minnesota Üniversitesi'den Ross Levin'in kaleme aldıkları bir makalede ulaştıkları genellemede, "Sonuçlar çok ilginç: En önemli faktörün kurumlar olduğu ortaya çıkıyor -ama bu, çıkan sonucun en hafif ifadesiydi. Her ikisi de kendi başlarına etkileyici etmenler olan coğrafya ile politikaların sadece kurumlardan daha az etkili oldukları değil, kabaca söylemek gerekirse hiç etkiye sahip olmadıkları görülüyor" diyorlar.

The Econonist ise mekroekonomik politikaların iyi yada kötü olmalarının son çözümlemede kurumların işleyişine bağlı olduğunu belirtiyor. Bol yeraltı ve yerüstü kaynakların, iyi coğrafyanın, olgun bir kültürün de belirleyici etkisi olmadığı görüşünde. Gerçekliğe yakın çözümleri üreten, uygulamaya koyan ve sürdürülebilirliği sağlayan "kapsayıcı kurumlar" asıl itici gücü oluşturuyor..
Değişik kaynakların genellemelerini izledikten sonra, sorulması gereken soru açık: Aktif biçimde fark etmemiz gereken ne?

Yanıtların birincisi, kalkınmayı hızlandıran temel etkenin yeraltı ve yerüstü zenginlikler, sermaye stoku, makroekonomik politikalar, kültür ve coğrafyaların olmadığıdır. Kalkınmanın temel etkeni, fırsat eşitliği ve eşit haklar sunan, paylaşımcı ortak aklın gücüne dayanan, katılımcılık özünden beslenen yönetişimi içselleştiren, entelektüel kapasiteyi artıran kapsayıcı kurumların olağanüstü etkileri olduğudur.

Yanıtların ikincisi, dünyayı iyi okumaktır: Örneğin, "analitik 3.0" ile "Sanayi 4.0" konusu ABD, Almanya, İngiltere ve hatta İsrail' de tartışma aşamasını geçmiş, işyerlerinin etkin yönetiminde ve uygulamada bir hayli mesafe kazanmıştır. Bu yeni gündemi tercüme kolaycılığı ile değil de kendi özgün koşullarımızı dikkate alan yaklaşımla zenginleştirirsek, doğru okumanın verdiği farkındalığı artırarak doğru adımlar atabilir; kalkınma yarışında önüne geçebiliriz.

Sanayi 4.0 tartışmalarını bir başka yazıda ele alalım; "bilinçli olmak, yeni şeyleri aktif biçimde fark etmek" ise analitik üzerinde tartışmaları hemen başlatmaktır.

Thomas H. Davenport' un Harvard Business Review Türkiye'nin Aralık 2003 sayısında yayınlanan "Analitik 3.0" makalesi, tartışmayı başlatmanın bir ilk adımı olabilir.

Çok genel çizgileriyle özetlersek:

Analitik 1.0: İşlerimizi alışkanlıkla değil analizle yapmaktır. Verilere erişme, verileri derleme, uygun yöntemle malumat haline getirme, malumatları bilgiye dönüştürme, sezgileri de katarak bilgileri "anlama" düzeyine eriştirerek iş yapabilmeyi beceriyorsak, "analitik 1.0" aşamasındayız.
Analitik 2.0: "Büyük Veri" yi ehlileştirerek, ehlileştirilmiş bilgileri karar süreçlerinde, insan yaşamını kolaylaştıran bir "yarara dönüştürme" aşamasıdır.

Analitik 3.0: Anlama derinliğini kazandırdığımız bilgilerle zenginleştirilmiş ürünleri piyasalara sunarak rakiplerle eş düzeyliliği koruma ya da bir adım öne geçerek rekabet üstünlüğü yaratmadır.
Analitik 3.0 aşamasına ulaşma, öncelikle insanımızın entelektüel kapasitesini artırma, onu sistem kapasitesi ile besleyerek bilgiyle çeşitlendirilmiş renklendirilmiş ve zenginleştirilmiş ürünler sunabilme demektir.

Şimdi hep birlikte eğri oturup doğru konuşalım: İşyerlerimizin ne kadarı "analitik 1.0" aşamasına geçmiştir... "Analitik 2.0 "aşamasında ilerleyenler ne kadardır? Analitik 3.0 aşamasında olan işyeri sayımızın toplam içindeki payı nedir? Vb. soruların yanıtını herkese vermeden önce, kendi iç dünyamızda netleştirmeliyiz.

Çok da yeni olmayan bu kavramlarla iç içe olmayanlar için anlaşılabilir olabilmemiz oldukça zor... Ama şu genellemeye yürekten inanıyorum: Matbaanın Batı' da yarattığı etkiyi baskın hale gelmeden gündemimize alabilmiş olsaydık ülkemiz "Sanayi Devrimini kaçıran tipik ülke" olmazdı. Bugün "Analitik 3.0" ile "Sanayi 4.0" konusuyla ilgili olmayanlar da gelecekte benzer suçlamanın hedefi olabilir.

 

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar