ırlanda, AB'ye karşı egoist mi davrandı?

DİDEM ERYAR ÜNLÜ
DİDEM ERYAR ÜNLÜ YAKIN PLAN [email protected]

YAKIN PLAN / Didem Eryar Ünlü [email protected] 4,2 milyon nüfuslu İrlanda, Lizbon Antlaşması'na "hayır" diyerek 495 milyon nüfuslu AB'nin geleceğe yönelik hayallerini suya düşürdü. Oysa 1973 yılında AB üyesi olan İrlanda, bugün birliğin en güzel başarı örneklerinden biri olarak gösteriliyor. 1973'te Avrupa'nın en fakir ülkesi olan İrlanda, 1993 yılında GSMH açısından AB'nin Lüksemburg'dan sonra en zengin ikinci ülkesi konumuna geldi. 1993 ve 2001 yılları arasında ülkenin GSMH büyüme oranı yüzde 7 ile yüzde 11 arasında dolaştı. 2007 yılında ise yüzde 4,7 olarak gerçekleşti. Bu oranın Avrupa ortalamasının iki katı olduğunu belirtmekte fayda var. Yüzde 5,5 seviyesinde olan işsizlik de, komşularına oranla oldukça iyi bir durumda. Fakat tüm bu olumlu tabloya rağmen İrlandalılar, 2008'de yüzde 1,6'ya gerileyen büyüme hızının, konut krizinin, daralan kredi imkanlarının sonuçlarını yaşıyorlar. İrlandalılar için bir diğer sorun da, bu kadar sene boyunca AB'den yararlandıktan sonra, AB'ye katkı sağlama, yani Doğu Avrupa'dan gelen yeni ülkelerin ekonomisine destek verme sırasının kendilerine gelecek olması. Alman Parlamenter Daniel Cohn-Bendit İrlanda'nın bu tavrını ifade etmek için "egoist mantıklı toplumlar" tanımını kullanıyor. İrlanda, Lizbon Antlaşması'na "hayır" diyerek AB'ye karşı egoist mi davrandı? 2005 yılında Fransa ve Hollanda'nın yine anayasaya "hayır" demeleri de egoist bir tavır mıydı? "Hayır"ların faturasını AB'nin ödediği kesin. 2005 yılında yeni anayasa girişiminin rafa kalkmasının ardından, 2008 yılında "B planı" olarak sunulan Lizbon Antlaşması da yine duvara tosladı. AB'nin bir "C planı" var mı? Bunu önümüzdeki günlerde göreceğiz. İrlanda bunu ilk kez yapmıyor Aslında İrlanda bunu ilk kez yapmıyor. 2001 Haziran ayında da AB ile İrlanda arasında benzer bir sorun yaşandı. AB'nin genişlemesinin ardından ihtiyaç duyulan Nice Antlaşması da, İrlanda'nın vetosu ile karşılaştı ve neredeyse başarısız oluyordu. Dönemin Başbakanı Bertie Ahern, İrlandalılar'ı aynı anlaşma için tekrar referanduma gitmeye ikna etti. Bunun karşılığında ise İrlanda diplomatik-askeri tarafsızlığını garanti etti. Bu garantinin ardından 2002 yılında yeniden referandum yapıldı ve katılanların yüzde 62.9'u Nice Antlaşması'na 'evet' dedi. Bu kez durum biraz daha farklı. İrlanda'da yeninden referandum yapılma ihtimali yok gibi. AB'nin geri kalan ülkelerinin, Euro bölgesinde yer alan İrlanda'yı dikkate almayıp yollarına devam etmeleri de söz konusu değil. Öte yandan, tek bir ülkenin "hayır" demesi ile geri kalan 26 ülkenin hareketsiz kalması da düşünülemez. Peki Nice Antlaşması'nda olduğu gibi İrlanda'yı ikna etmenin yolu var mı? AB, İrlanda'ya ne verebilir veya nasıl bir ayrıcalık sağlayabilir? Şu an için Brüksel'in buna verecek bir cevabı yok, fakat bu hafta boyunca sürecek toplantılarda bir çözüm bulunabilir. İrlanda Başbakanı Brian Cowen, referandum sonucunun AB'nin reddedilmesi anlamına gelmediğini söylüyor. Zaten 2007 Aralık tarihinde Eurobarometer tarafından gerçekleştirilen bir kamuoyu yoklaması da, İrlandalılar'ın yüzde 87'sinin AB üyeliğinin ülkenin yararına olduğunu düşündüklerini ortaya koymuştu. Diğerleri İrlandalılar'ı kıskanıyor... Peki neden "hayır" dediler? Aslında bunun birkaç yanıtı var. Bunlardan birisi İrlanda'nın tarafsızlığını kaybetmekten endişe etmesi. Her ne kadar Lizbon Antlaşması ülkeyi AB ordusuna katılmaya zorlamıyorsa da, savunma kapasitesini güçlendirmeyi de içermiyor. Bir diğeri Lizbon Antlaşması'nın İrlanda'nın oy gücünü sınırlayacak, dolayısıyla ülkenin sesini kısacak olması. Üçüncüsü ise Chatham House düşünce kuruluşu araştırmacılarından Robin Shepherd'ın ifade ettiği "demokratik meşruiyet" sorunu. Shepherd, "2005 yılında Fransa ve Hollanda'nın yeni anayasayı kabul etmemelerinden bu yana, çok sayıda AB lideri Lizbon Antlaşması'nın pratikte bu anayasadan farklı olmadığını ve Fransa ve Hollanda'nın kabul etmedikleri bir şeyi yeniden onaylayacaklarını ifade etti. Bu antidemokratik bir durum" derken, bazılarının AB politikalarını kesinlikle eleştirmediğini, bazılarının ise buna cesaret edebildiğini söylüyor. Shepherd şöyle devam ediyor: "Geçen sene Almanya'nın eski Cumhurbaşkanı Roman Herzog, tüm yasalar Brüksel'den gelirken, Almanya'nın hâlâ nasıl bir 'parlamenter demokrasi' olabildiğini sormuştu. Sonuçta sorunu anlatmak, çözmekten daha zor. Demokratik uygulama ile entegrasyonun gerçeklerini birbirine uydurmak zor. Avrupa entegrasyonu ile ilgili referandumların hangi durumlarda uygun olduğunu tanımlamak kolay değil. Fakat bu hafta ne yaşarlarsa yaşasınlar, ülkeleri onlara bir tercih şansı sunduğu için, İrlandalılar gurur duymalı. Avrupa'nın geri kalanı onları kıskanarak izliyor." Indra Nooyi: Hintli bir kadının hayal gücü 2006 yılında PepsiCo'nun CEO'luğuna yükselen Indra Nooyi, bugün iş dünyasının en güçlü kadınlarından biri. Başarısının sırrını "hayallerinin peşinden gitmek" olarak tanımlıyor. Annesi, onu 18 yaşında evlendirmeyi düşünen, fakat buna rağmen aklına koyduğu her şeyi yapması yönünde cesaretlendiren, hatta ülke başkanı olmayı bile hayal edebileceğini söyleyen bir kadın. "Önce iyi bir Hintli kadın olman gerekir, fakat daima ileri git ve hayal et" diyen bir anne. Nooyi'yi başarıya götüren yol da hayal kurmakla başlıyor böylece. Bir gün eğitim için ABD'ye gitmek istediğini söylüyor ailesine. Burs alamayacağından emin oldukları için, aile bu yönde destek veriyor. Yale Üniversitesi'ne başvuran Nooyi, harika bir burs kazanıyor. Üniversite'den sonra altı buçuk yıl Boston Consulting Group'ta çalışıyor. "Danışmanlık şirketinde geçen her bir yıl, bir şirkette geçen üç yıla bedel, çünkü çok sayıda müşteri tanıyorsunuz, çok olaya şahit oluyorsunuz ve hızla büyüyorsunuz" diyor Nooyi. Gerçekten de öyle oluyor ve 1994 yılında PepsiCo'da işe başlıyor. Tercih edilmesinin nedeni, o yıllarda PepsiCo'nun üst düzey yönetiminde onun gibi farklı düşünmeye istekli yabancı bir kadının olmaması. Müzakerede başarı dürüst olmaktan geçiyor Birçok kişi onun inanılmaz bir müzakereci olduğunu düşünüyor. "Bunun nedeni çok dürüst olmam" diyor Nooyi. 2006 yılında PepsiCo'nun CEO koltuğuna oturduğunda ilk işi herkesin onu öncelikle bir "insan" olarak kabul etmesini sağlamak oluyor. "Kadın olmak, evli olmak, Hintli olmak" hepsi birer baskı unsuruydu. Uzun süre suçluluk duygusu yaşadım, çünkü her konuda mükemmel olmadığımı hissettim. Oysa benim gibiler her konuda mükemmel olmak isterler. Üç yıl önce tüm suçluluk duygusunu geride bırakmaya karar verdim. Her şeyde harika olmak yerine, yapabildiğimin en iyisini yapmaya karar verdim" diyor Nooyi. Kadınların söylediklerinin, erkekler tarafından söylenmiş gibi yorumlanmaması gerektiğini düşünüyor. Veya "bir kadının verdiği tepkilerin bir erkekle aynı olmasının beklenmemesi gerekli" diyor. İş dünyasında kadınların veya Afrikalılar'ın farklı dinamikler yarattıklarını, çünkü herbirinin farklı sosyo-ekonomik kültürlerin ürünü olduğunu ifade ediyor. Bu kapsamda, politikaya yönelik de görüşleri var. Her ne kadar politikaya girmek istemese de, hayallerini gerçekleştirebildiği ülkeye bir şeyler vermek istiyor. Bir kadın veya bir Afro-Amerikan başkan sıra dışı olurdu diye düşünse de, "ABD için en iyisi, ırk, cinsiyet fark etmeksizin en iyi başkanı seçmek" diyor...

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar