İnşaat mülk sahiplerini, inovasyon toplumu zenginleştirir
Geçenlerde mimar olan kayınbiraderimle sohbet ederken söz döndü dolaştı 2B işine geldi. Hani şu "orman vasfını kaybetmiş" arazilerin devlet eliyle satılarak imara açılması uygulamasına. Tabii burada sözü edilen "orman vasfını kaybetmek" ne demek, onu da anlamış değilim. Toprağı kendi haline bıraktığınızda arazi pekala yeniden "orman vasfı" kazanabilir. Ama elbette ki, bunun yerine imara açılması tercih ediliyor. Zira çıkan haberlere bakılırsa, hükümet bu satıştan 15-20 milyar liralık gelir bekliyor. Az para değil!
Tabii ülkemizin imar hamlesi yalnız 2B ile sınırlı değil. Yabancılara mülk satışında mütekabiliyet şartının kaldırılması, kentsel dönüşüm yasası, üçüncü boğaz köprüsü, "çılgın" Kanal İstanbul projesi derken, geçtiğimiz yıllarda TOKİ ile başlayan inşaat hamlesi, önümüzdeki yıllarda hız kesmeden sürecek gibi görünüyor. Ta ki, günün birinde "her arz kendi talebini yaratır" inancının aslında doğru olmadığı bir kez daha ispatlanana kadar...
30 yıllık deneyimli bir mimar olan kayınbiraderim, önümüzdeki on yıl içinde Türkiye'de 7,5 milyon konut inşa edileceğini söyledikten sonra gayet yerinde bir tespitle bu imar hamlesinin arkasında yatan temel mantığa dikkat çekti: "100 milyar dolarlık ihracatla, sermaye birikimi sağlanamayacağı için parayı en hızlı kazanmanın yolu olarak toprağı satıyoruz."
Evet. Ne acıdır ki, Türkiye bir kez daha üreterek zenginleşme yolundan vazgeçip yine toprak rantıyla sermaye biriktirme yoluna giriyor ve böylece önümüzdeki 50 yılı ekonomik olarak orta, hatta alt-orta gelir düzeyinde bir ülke olarak geçirmeyi şimdiden kabul ediyor. Özellikle 1950'ler ve 1980'lerde toprak rantıyla zenginlik yaratmaya yönelik politikaları ve bu yolla oluşan servetleri hatırlayanlar veya okuyanlar, son 5-6 yıldır Türkiye'nin yine benzer bir aksa oturduğunu, önümüzdeki 10 yıla yönelik çok daha büyük bir rant yaratma politikasının da gündemde olduğunu elbette görüyorlar.
Tabii "Bunun ne sakıncası var?" diye soranlar çıkacaktır. İlk bakışta bir sakıncası yok gibi görünse de, geçmişte uygulanan benzer politikaların ülke ekonomisinin ileriye dönük rekabet gücü kazanmasını engellediği açıkça görülebilir. Ülkedeki zenginleşme yolunu üretimden, gayrimenkule doğru kaydırdığınızda, yani toprak rantı yaratmayı kâr etmekten daha kolay ve daha cazip hale getirdiğinizde, sermaye de doğal olarak üretimden gayrimenkul spekülasyonuna doğru kayacaktır.
Bu durum 1990'larda büyük kamu açıkları nedeniyle devletin çok yüksek faizlerle borçlanması ve sermayenin üretim alanında faaliyet göstermek yerine devlete borç vermeyi tercih etmesine benzer bir etki yaratıyor. Sermayenin üretken alandan uzaklaşması ise yalnız bugünü değil, geleceği ciddi anlamda olumsuz etkiliyor.
Her zaman gündeme getirilen meşhur Güney Kore-Türkiye karşılaştırmasına bakacak olursak, Kore'nin Türkiye'den daha düşük gelirli bir ülkeyken 30-40 yılda kendini dönüştürerek "zengin" bir ülke haline gelmesinin temelinde, uygulanan sanayi politikasının yattığına hiç kuşku yok. Aynı yıllarda Türkiye'nin doğru düzgün bir sanayi politikası uygulamak yerine, sermaye birikimi modelinin tam ortasına toprak rantını koyması, bugünkü halimizin herhalde en büyük nedenidir.
Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Teşkilatı (OECD) verilerine bakıldığında halihazırda Ar-Ge harcamalarının GSYH'nin yüzde 2'sinden hayli uzak olduğunu görüyoruz. 2010 verilerine göre OECD ortalaması yüzde 2,40 düzeyindeyken, Türkiye'de 2004'de yüzde 0,52 olan bu oran, 2010'da ancak yüzde 0,84 düzeyine ulaşabilmiş. Aynı oranın ABD'de 2,90, İsveç'te 3,61, Japonya'da 3,36, Kore'de 3,74, İsrail'de 4,40 olduğu düşünürsek, önümüzde aşmamız gereken nasıl bir mesafe olduğunu sanırım daha iyi anlayabiliriz.
Peki, gayrimenkul yatırımcılarının ellerini ovuşturarak beklediği kentsel dönüşümler, çılgın projeler, üçüncü köprüler, elinde para olan herkese zenginlik vaat ederken kim inovasyon için para harcar?
Kim yeni bir şeyler geliştirmek için gecesini gündüzüne katar?
Elbette bunu yapacak "çılgın" birileri her zaman bulunacak. Ama önemli olan bu çılgınların sayısını artıracak iklimi ve ortamı yaratmak, bu insanların gerçekleştirdikleri inovasyonlarla daha hızlı büyümenin kalıcı olarak kapısını açmak. Oysa "çılgın" projeler, bu çılgın insanların çoğalmasına değil, aksine azalmasına neden oluyor.
Nüfusun arttığı, insanların kentlere akın ettiği, yeni yaşam alanlarına ihtiyaç duyulduğu bir dönemde olduğumuzu elbette kimse inkar etmiyor. Kentsel dönüşüm de, depreme karşı yenilenme de, yeni kentlerin kurulması da elbette gerekli. Ancak bütün bu dinamikleri rant yaratma yönünde seferber etmek yerine, inovasyon yaratma yönünde seferber edebilirdik, hâlâ da etme şansımız var. Ancak bu ülkede politika üretenlerin kafası hiç bir zaman bu yönde çalışmadı, hâlâ da çalışmıyor.
Geçen 80 yılda yaptığımız gibi, bugün de kısa vadeli kazançlar için geleceğimizden vazgeçiyoruz. Tıpkı 15-20 milyar lira için orman vasfını kaybetmiş arazilerin kendi kendine tekrar "orman vasfı" kazanmasını bekleyemememiz gibi.