İlk çeyrek beklenenden iyi ama sonrası?
Son gelen üretim ve işsizlik rakamları, ilk çeyrekte görülen siyasi ve ekonomik çalkantılara ve güven endekslerinde meydana gelen keskin düşüşlere karşın, büyümenin bu dönemde ivmesini koruduğunu göstermekte.
Her ne kadar henüz sadece ilk 2 ayın sanayi üretimi rakamları elimizde ise de, Mart ayına ilişkin kapasite kullanım rakamları bu ayda da nisbi bir canlılığın azalarak da olsa devam ettiğini ortaya koymakta. İlk 2 ayda, sanayi üretimi artışı sırasıyla % 7.1 ve % 4.9 olmuştu. Mart ayında ise mevsimsel etkilerden arındırılmış KKO geçen senenin aynı ayına göre 0.3 puan daha yüksek bir seviyede. Belirgin bir ivme kaybı söz konusu ise de (Örneğin: Bu pozitif fark önceki ay 1.2 puandı) bu rakamlar bu ayda % 4 civarında bir sanayi büyümesine işaret etmekte.
Sonuçta ilk çeyrekte ortalama % 5 civarında bir sanayi büyümesi ve buna paralel olarak da % 4.5 civarında bir milli hasıla büyümesi gerçekleşme olasılığı yüksek. Ancak, gelişen koşullar ve ileriki çeyreklerde bir miktar baz etkisinin de devreye girecek olması nedeniyle bu sene ortalama büyüme hızının % 3 civarına gerilemesi de kaçınılmaz gözükmekte. Nitekim ekonomik aktiviteyi endirekt olarak takip ettiğimiz verilerden biri olan Bütçedeki “dahilde alınan KDV” kaleminin artış hızında Mart ayında ciddi bir yavaşlama göze çarpmakta. Bu kalemde son 12 ayın ortalama artış oranı % 22.4 iken, Mart ayındaki artış sadece % 3.8. Bu da, esasen Mart’taki üretimin kısmen stoklara, kısmen de ihracata yönelik olduğunu göstermekte. Tabii ki, iç canlanma artırılmadan, üretim artışının sadece bu şekilde sürdürülmesi mümkün değil.
Öte yandan, ekonominin canlılığının korunması önünde daha atlatması gereken 2 seçim olan AKP açısından da neredeyse bir ölüm-kalım meselesi olarak görülmekte. Bu nedenle, son dönemde kurun az biraz stabilite kazanmış olmasının da getirdiği özgüvenle, partinin çeşitli kesimlerinden yeniden faizlerde bir indirime gidilmesi konusunda baskıların oluştuğu görülmekte. (Nitekim MB da, piyasa likiditesini artırmak suretiyle, 2. piyasa faizlerinde 1.5 puanın üzerinde bir gevşeme sağladı. Fakat bundan sonra ancak doğrudan politika faizinde bir düşüşe giderek piyasa faizlerine bir etki yapılabilir. Zorunlu karşılıklarla oynamanın etkisi ise oldukça sınırlı olacaktır.)
Denilebilir ki, “dış finansman koşulları dalgalı olmakla birlikte çok da fena değil, döviz kuru belirli bir stabilite kazanmış gözüküyor ve son gelen rakamlar da cari açıkta belirgin bir daralmaya işaret etmekte, o zaman bu şartlar altında faizleri tekrar düşürmenin ne zararı olabilir?” Öncelikle şunun tespitini iyi yapmak gerekiyor: Kurlarda meydana gelen stabilite bizatihi MB’nin yeniden (gerektiği gibi) enflasyon konusunu ön plana çıkarması ve biraz da önden yüklemeli ve beklentilerin üzerinde faiz artışı yapması sayesinde gerçekleşmiştir. Eğer, daha 3 ay geçmeden MB bu konumundan vazgeçerse, bunun piyasalar üzerindeki etkisinin son derece olumsuz olacağı aşikar.
Faiz artışı sadece kısa vadeli spekülatif parayı çekmekle kalmaz, aynı zamanda iç tüketimin frenleneceği, enflasyonun kontrol altında tutulacağı, cari açığın ve dolayısıyla dış finansman ihtiyacının azalacağı anlamına gelir. Esasen bu 3 parametrede de Türkiye çoktan sınırlarına gelmiş durumda. Ne iç tüketimin (kredilendirme yoluyla) daha fazla ivmelendirilmesi, ne cari açığın yüksek seviyelerde sürdürülmesi, ne de her an çift haneli değerlere çıkma ihtimali bulunan enflasyonun ihmal edilmesi mümkün değil.
Şahsen, daha önce de belirttiğim gibi, kurlarda meydana gelen artışın en büyük faydasının ekonominin yörüngesini az da olsa iç tüketimden ihracata çevirmesi olduğunu düşünüyorum. Neticede, fiyat mekanizması (yani, bu durumda kur seviyesi) ihracat açısından önemli bir etkendir. Bu kazanımın enflasyona yedirilerek kısa sürede yitirilmesi, uzun vadede kimsenin çıkarına olamaz. Sonuçta, Türkiye’nin bir süre daha yavaş, ama daha dengeli ve ayakları yere basan bir şekilde büyümesi şart gözüküyor.