İlber Ortaylı'nın "kasaba kültürü" analizi üzerine düşüne
Düşüncelerimi yazı ile anlatmaya Tokat'ta Necati Diren'in Tozanlı gazetesinde başladım. Burhan Cahit Büyükispir'in desteği ile Tokat'ın diğer gazetelerinde de yazılarım yer aldı… Eğer o ilk yazıları başlangıç noktası alacaksak, tam yarım yüzyıla varan bir zaman kesitinde düşüncelerimi yazı ile anlatmaya çabalıyorum.
Yazarken, kimi zaman bazı konulara çok takıldığımın farkındayım. Takıldığım konulardan biri de "kasaba kültürü" olmuştur. Ülkemizde yaygın olduğunu düşündüğüm kasaba kültürünün çıkmazlarını okuyucu ile paylaşmak için kaç yazı yazdığımı bilmiyorum. Yazılarımı sürekli okuyanlar zaman zaman takıntılarımla ilgili uyarılar yapar; uyarılar arasında "kasaba kültürüne çok taktın" eleştirisi de var.
İsmail Küçükkaya'nın İlber Ortaylı ile söyleşisi olan "1923-2023 Cumhuriyet'in İlk Yüzyılı" kitabını okurken, kasaba kültürüne ilişkin analizlerimle örtüşen değerlendirmelere rastlayınca, onları okuyucu ile paylaşmak istiyorum.
İlber Ortaylı'dan uzun aktarma yapacağım. Özetlemeden aynen aktarıyorum ki, değerlendirme yaparken ikinci el hatası yapmış olmayayım:
"… Sol deyince Marx'ın geleceğe dair spekülasyonlarını yorumlayan sol partiler, sağ deyince entelektüel muhafazakarlar anlaşılmasın. Türkiye'de etnik gruplar vardır ve etnik grupların etrafında oluşan, özellikle kasabalarda aktif olan bir sağ ve sol vardır. Evliya Çelebi'den beri kasabada üretim yoktur. Köylü üretir, köylü tabiatı bilir; toprağı tanır, şehirli ise modern sanayi ve ticari hayatın sorumlusudur, ama kasabalı böyle şeyler bilmez ve yapmaz; siyaseti de dedikodudan ibarettir. Çünkü yapacak fazla işi de yoktur. Kasabaları değiştirmek için büyük merkezlerde yatılı okullar açılması lazımdı ve kasaba seçkinleri ancak böyle yetiştirilebilir ve ulusal hayata bütünleştirilebilirdi. Son Osmanlı ve ilk Cumhuriyet asrında böyle bir eğilim ve faaliyette vardı ama bunun önü kesildi. Çok partili dönemin en büyük hastalığı, öğrencileri yerinde okutmaktır. Ben buna şiddetle karşıyım, çünkü bir münevver böyle yetişmez. Kasabalı olmak ayıp bir şey değildir. Rusya'nın en büyük tarihçilerinin çoğu kasabalıdır ve bunlar sırf Rusya tarihi ile değil, mesela Roma tarihi ile de ilgilenmişler, dünya çapında eserler vermişlerdir. Ama çar devrinden beri eğitim kurumları başka merkezlerden örgütlenir, yönlendirilirdi, bu hatta dini eğitim kurumları için de böyleydi. Osmanlı eğitim sistemi de bunun gibiydi. Maalesef genelde halka inmek değil; kolaycılık ve ucuzculuk tercih edilmiştir."
"Neden Avrupa'da daha iyi tarihçiler, daha sahih aydın tabaka yetişiyor?" sorusunu yanıtlayan tarihçimiz:
"Çünkü öğrencilerini doğru dürüst okullarda okutuyorlar ve okutmuşlar. Şimdi kötü okuldan, yetişmiş insan çıkar mı? 1950'lerin başında dahi 50 tane lise vardı ve bunların hepsi aynı ayarda idi. Yani İstanbul Kabataş veya Vefa Lisesi mezunuyla , Afyon veya Kastamonu Lisesi mezunu aynı ayarda idi. Korkut Özal, Süleyman Demirel İTÜ'ye nerden girdiler? Hepsi zeki insanlar ama, şimdi düzen zeki olanları hasıraltına iteliyor yahut dershaneye yönlendiriyor.O zaman İTÜ Mühendislik'e, Mülkiye'ye veya Cerrahpaşa'ya girebilirlerdi ama şimdi öyle bir başarı çok nadir gerçekleşebilir. Okulların seviyesini düşürdüler ve insanları kasabada tutmaya odaklandılar. Bunu düşman bile yapmaz. 'Ben bunları kasabada tutayım da, gözleri hayata kapalı kalsın,' diye bir düşünce, kolonici zihniyetin bile aklından geçmez. Bunu kim düşünür? Kasaba insanlarının basit mantığına hitap etmeyi hedefleyen politikacılar düşünür. Ailelerin ' çocuk uzağa gitmesin, gözümüzün önünde bulunsun', gibi istekleri masum olabilir ama bu sefer de o çocuk yetişemez. Maalesef bu algının, bu zihniyetin ve bu sistemin değişmesi gerek. 1980 öncesinde kasabaların içerisinde çok büyük kavgalar oldu ve bu, şehirde de gecekondu mıntıkalarına aksetti. Çatışmaların yapısı Marksizm, Faşizm, Leninizm, Liberalizm mücadelesi değil, etnik çatışma, dini gruplaşma ve saplantılardı."
"Kürt sorunu ve teröre rağmen milliyetçi partiler yükseliş sağlayamıyor. Siyaset sosyolojisi açısından tuhaf değil mi?" sorusunun yanıtı da şöyle oluyor:
"Maalesef onlar kasabadan kurtulup dünyaya açılamadılar. Milliyetçiliğin kasabalı değerlerinden, büyüklerin öğrettikleri kurallardan dışarı çıkmamak olduğu düşünülüyor. Bu çok yanlış bir yaklaşım. Milliyetçiler başta milliyetçilikleri de tanımalı ve hissetmeli. Bugün bile Ruslar İkinci Cihan Harbi'nin askeri marşlarını keyifle dinliyor. Komünist oldukları için değil, mukaddes Rusya'yı savunan insanları dinliyorlar. Ama aynı zamanda Alman, Fransız milliyetçiliğini de tanıyor, okuyorlar. II. Meşrutiyet zamanında, Jön Türkler Fransızlara özenir, Almanları takdir ederlerdi; vakıa bunun arkası kesildi. Ama bu gülünç durumdan bir uçtan öbür uca çekildi Türk milliyetçi akımı. Kasabalı olduk. Kasabalı insanın dünyayı tanıması, dünya görüşü kazanması mümkün değildir. Cihanşümul bakış kazanamayan kişi ise milliyetçi olamaz. Kasabalı değerleriyle milliyetçi bir parti kuramazsınız. Sonuç olarak, bu tür milliyetçilik şehre, şehir toplumuna hitap edemiyor. Şehrin başka problemleri var. Asayiş, istihdam, altyapı, ekonomi, ulaşım problemler yanında kültürel ve kentsel yabancılaşma gibi sorunlar var."
Köy kültürünü tanımlarken, insanların düğünde, dernekte, toyda, törende, oyunda, çarşıda, pazarda, tarlada, tapanda, hasatta, harmanda birbirlerini gözle ve sözle kontrol edebilen kültürel aşama olarak belirtiyoruz. Kent kültürünü ise topluluk aşamasına geçme olarak değerlendiriyor; hiç bilmediğimiz, görmediğimiz ve görme imkanımızın bulunmadığı insanlar için "en iyiyi üretebilme" düzeyi olarak betimliyoruz. Bu iki kültür arasında kalan, köydeki yerleşik değerlerin gözetim ve denetiminden, kentteki kurumların düzenlemesi ve etkin işleyişinden yoksun olan yaşam biçimi ve tarzlarını da "kasaba kültürü" olarak niteliyoruz.
Kasaba kültürünün düellodan kaçınan, yüzleşmeyi sevmeyen, arkadan vuran ve pusu kuran zihniyetine sürekli vurgu yapıyoruz.
Kasaba kültürünün özgüven eksikliğinden beslendiğinin altını sürekli çiziyoruz.
Kasaba kültürünün özü, sözü ve davranışı uymayan "iç tutarlılığı" olmayan bir kültürel "ara kesit" olduğuna sürekli gönderme yapıyoruz.
Kasaba kültürünün "uzlaşmayı" değil "çatışmayı" öncelediğini söylüyoruz.
Kasaba kültürünün, "ayrışmayı", "paylaşmanın" önüne koyduğunu; bu nedenle ülkemizde işletmelerin çok küçük ölçekte kaldığını, rekabet edebilir ölçekleri işbirliği ve ortaklıklarla kurmanın güçleştirdiğini anlatıyoruz.
Kasaba kültürünün, " Bende yok, sendede olmasın!" algısını beslediğini; "iyiyi örnek alma" yerine, herkesin "üretimsizlik" ve "yoksullukta eşitlenmesi" gibi sakat düşünce etrafında örgütlendiğini 15 yıldır durmadan söylüyor ve yazıyoruz.
Türkiye'de özellikle küçük ölçekli işyerlerinin "ölçek ", "teknoloji yenileme" ve "çağdaş yönetim" sorunları olduğunu uzun yıllardır anlatıyor; rekabet edebilir ölçek, rekabet edebilir teknolojik donanım ve iş süreçleri ile rekabet edebilir çağdaş yönetim anlayışına geçilebilmesi için aşılması gereken ilk ve önemli engelin "kasaba kültürü" olduğunu her vesile ile haykırıyoruz.
Bizim mikro ölçekte, işyerleri düzeyinde yaptığımız "kasaba kültürü" çözümlemesini, İlber Ortaylı ulusal ve uluslararası ölçekteki bağlamlarıyla değerlendiriyor.
Eğer "kasaba kültürü tuzağının" varlığını toptan reddeden bir anlayışa sahip değilsek, medyasından siyasi iradesine, sivil inisiyatiflerden, sıradan yurttaşlara kadar hep birlikte konu üzerinde tartışmaları yaygınlaştırmalı, derinleştirmeli ve yoğunlaştırmalıyız.
Eğer kültürün, yeraltı ve yerüstü kaynakları, fiziki sermayeyi, insan gücünü ve teknolojik donanımı etkin ve verimli kullanmada "etkili bir araç" olduğunu düşünüyor ve benimsiyorsak, toplumun gündeminde "kasaba kültürü tartışmaları" mutlaka yerini almalı.
Zenginlik üretimi, ekonomik ve siyasi istikrardaki ilerlemenin izine basarak gelişir. Ekonomik ve siyasi istikrarın sağlanması, önce zihinlerde yaratılacak ortak değer, ortak irade, ortak yarar, ortak proje ve ortak kurumlar gerektirir.
Sümer Tapınağındaki rahibin dediği gibi: " Sen kendine sahip çıkmazsan, kim sana sahip çıksın. Sen başkaları için değilsen, kim senin için. Şimdi değilse ne zaman?"