İki parantez ve devam
Bugün sizlerle ‘işletmeci’ ve ‘girişimci (yatırımcı)’ zihniyetleri arasındaki farkları paylaşacağımı vaat etmiştim. Öyle de yapacağım. Ancak, izninizle ve yazı işlerinin müsamahasına sığınarak iki parantez açtıktan sonra.
İlk parantez, yazı işlerinin, çıkan kitaplarımla ilgili. Beni izleyen okurlarım bilirler. Ben tahsil ve kariyerimi eğitim/işletmecilik konularında yaptım. İşletmecilik tahsil ettim, işletmecilik eğitimi verdim ve işletmecilik yaptım. Yirmi yaşımda bir matbaada müdür muavini olarak çalışmaya başladım, altmış-iki yaşıma kadar çalıştım Son işim Birleşmiş Milletlerin Uluslararası Ticaret Merkezinden (ITC UNCTAD/WTO), esas işi kalkınmakta olan ülkelerin eğitmen, iş adamı ve bürokratlarının eğitimi olan, iki bölümün kurucu başkanlığıydı. Demek ki kısa süreli askerlik hizmetim hariç kırk sene çalışmışım. Emekli olduktan sonra neredeyse on yıl geçti. İşletmecilik deneyimlerimi Efil Yayınlarından 2012 yılında çıkan ‘Yöneterek Yönetilerek Yaşamak: Öğrenmenin Sonu Yok Gülümseyerek Devam Edin’ başlıklı bir kitapta topladım. Sonra gençlik yıllarımdan beri anlatmak isteyip de vakit bulamadığım için anlatamadığım iki gerçek hikaye üstünde çalıştım. Dostlar “İyi hikaye anlattığımı” söylerler. Hani öyle “Bana hikaye anlatma” denilen hikaye değil güzel hikaye. İlk kitabım olan ve şu anda piyasada mevcudu olmayan ‘Yukardakiler, Aşağıdakiler’ kitabım bundan 37 sene önce 1981 yılında Ertem Büro ve Yayınevinden çıktığında yazar, şair, aktör, direktör sevgili dostum, kardeşim rahmetli Çetin Öner “Cahilin Cesareti” diyerek yapıcı! Eleştirilerini sunmuştu. Rahmetli yukarıdan izliyorsa kızacaktır ama anlatmak isteyip de anlatamadığım iki hikayemi yazdım ve ona inat bastırdım. Efil Yayınevi tarafından basılan Cesaret: Türkler başlıklı kitabım Cumhuriyetimizin kurulduğu yıllardaki Türkiye nüfusunun neredeyse yarısını oluşturan Kafkaslardan, Balkanlardan, adalardan her şeylerini oralarda bırakıp gelen birinci nesil göçmenlerin büyük bir cesaretle yeni hayatlarını kurmaları Çerkez ve Balkan göçüne katılan kişilerin anılarından esinlenerek yazıldı. İkinci kitabım Karmaşa ve Bir Düzen: Türkiye cumhuriyeti kurucularının bir devletin kuruluşu için gerek olan bir vatanı (Türkiye) ve bu vatanın sahibi bir milleti (Türkler) tanımlanması ve bunların bir egemenlik kavramıyla (Hakimiyetin kayıtsız şartsız milletindir) kaynaştırmasıyla nasıl Dünya üzerinde, belki de ABD hariç, hiç bir ülkenin başaramadığını başardığını anlatan bir anlatı. Bu anlatı da gerçek olay ve kişilerin anılarından yararlanılarak yazıldı. İş bankası Kültür Yayınlarından 4 Haziran, 2018 tarihinde kitapçılarda olacak. Umarım seversiniz.
İkinci parantezim son zamanlarda Türkiye ekonomisi hakkında fikir yürütenlerin özellikle olumsuz yorum sahibi kanadına Internet, basın ve öfke krizi geçirdiği kanısı uyandırmaya çalışan ateşli konuşmacıların “Eeeytt ulan” şeklinde yaptıkları saldırılar. IMF Başkanı Christine Lagarde TC Merkez Bankası'nı rahat bırakın dediği için, uluslararası derecelendirme kurumları notumuzu düşürdüğü için, bazı uluslararası gazete ve dergiler Türkiye düşüşte dedikleri için hedef oldular. Karşı taarruz genellikle “Sen kim oluyorsun?” veya “Sana ne?” şeklinde oluyor. Söz gelimi Lagarde 'Türk ekonomisinde çelişkili işler yapılıyor' dedi diye adını vermeyen bir kalemşor “Ey Lagarde sana ne. İşine bak” diyerek onu susmaya davet etmiş. Ben o hanımı tanırım. Cenevre’de henüz IMF Başkanı olmamıştı bir bakandı. O ve bir Türk bakan, onların korumalarıyla ile bir yatta tüm bir gün geçirdik akşamına da talep üzerine cümbür cemaat benim evde rakı sohbeti bile yaptık. Kadın tüm gün ve gece toplasan beş cümle etmediydi. Öyle boşuna konuşacak biri değildir. Neyse bunlar can sıkıcı konular. Bir kısa hikaye ile sıkılan canları ferahlatalım.
Bir başka Aziz Nesin klasiği. Bir gece en sıkı kabadayıların müdavimi oldukları kahvenin kapısı bir tekmeyle açılır ve ufak tefek, yaşlı biri “Haayt! Var mı lan” diyerek içeri dalar. Kabadayılar şaşırır. Adam “Var mı lan” diye bir nara daha atar ve çıkar gider. Ertesi gece adam yine kahveyi basar. “Eyyt len ben kimim ulan” diye nara atar gider. Bu devam eder gider. Dayılardan biri bunu içine sindiremez. Bir gece ihtiyar mutat postasını attıktan sonra onu takip eder. Adam önde bu arkada yürürler. Bir süre sonra kabadayı cesaretini toplar ve “Karşı kaldırımdan yürü lan. Önümden çekil” der. Adam “Peki evladım” diyerek karşı kaldırıma geçer. Adam bir hamama girer. Kabadayı da peşinden soyunur. İkisi de yıkanırken kabadayı “Git başka yerde yıkan lan. Suların sıçrıyor” diyerek adama bağırır. İhtiyar “Olur oğlum” der ve başka kurnaya gider. Kabadayı birazdan “Çık hamamdan ulan. Yalnız yıkanmak istiyorum” diye bağırır. İhtiyar “Peki çocuğum” der. Tam çıkarken kabadayı “Ulan kaç gecedir kahveye gelip eyyt çekiyorsun. Posta atıyorsun. Dayak yemekten korkmadın mı?” diye sorar. Adam da “Dövdün mü evladım? dövebildin mi?” diyerek cevaplar. Nerden aklıma geldiyse. Bu da ikinci parantez.
Gelelim yazının esas konusuna: İşletmeci ve girişimci arasındaki fark. İşletmeci işletmenin kaynaklarını; hedef pazarlara sunulacak ürün ve hizmetleri üretmek ve pazarlamak amacıyla kullanmakla mükellef kişidir. Girişimci ise yatırımcı gibi düşünüp kaynaklarını en fazla getiriyi en kabullenilebilir riskte üretecek alanlara kaydıran kişidir. Her işletmeci iyi girişimci değildir olmak zorunda da değildir. Genellikle girişimciler de iyi işletmeci değillerdir.
Literatür ekonominin tıkırında olmadığı zamanlarda işletmeciler girişimci şapkası giysinler diyor. Bu işlerin iyi gitmediği zamanlarda işletmenizin yeteri kaynak tahsisi alamayan ama getirisi sağlam ola ürün ve pazarlarına ilave kaynak aktarın, getirisi iyi olmayanlardan çıkın bu da yeterli getiri sağlamazsa olmayacak duaya amin demeyin. Gidin yeni kaynaklar bulup bu kaynakları getirisi daha yüksek yeni ürün/süreç ve yeni pazarlara yatırın demek. Bunu söylemesi kolay. Her işletmeci canı her istediğinde girişimci-yatırımcı şapkası giyemez. Rahmetli babam askerdi. Emekli olduktan sonra da ölene kadar fötr şapka giydi. Ben efendim fötr hiç giyemedim. Ya kafamda limon gibi durur ya da gözlerimin üstüne düşer. İşletmecilerin çoğu için girişimci şapkası da öyle olur. Bunun üç nedeni var. Önce benim bırakın fötr şapka alelade kasket giymem için bile hanımın alınması çok zor izni gerekir. Ya rengi ya da deseni uygun bulunmaz. İşletmecilerin de sermaye sahiplerinin anlayış, onay ve destekleri olmadan yatırımcı şapkası giymeleri olanağı yoktur. İkincisi, bir yatırımcının yeni ürün/süreç/pazar konularında kulakları ve yatırım seçeneği değerlendirme tezgahı 7/24 açıktır. Bu çoğu işletmeci için böyle değildir. Üçüncüsü, yatırımcı kendisi gibi düşünen yatırımcıları, işletmeci ise yatırımcı gibi düşünmeyen sermaye sahiplerini ikna etmek zorundadır bu hem sanıldığı kadar kolay değildir hem de büyük sorumluluktur. Çok az işletmeci patronlarına “Bakın bizim işler iyi gitmiyor. Şimdi şunun yapıp şu kadar kaynak yaratacağız. Bununla gidip iş tanımımızda olmayan şu işe gireceğiz” diyerek sorumluluk yüklenir. Haklı olarak sermaye sahipleri “Zaten ekonomi tıkırında değil yatırımın sırası mı?” veya “Ya bu yatırım da tutmazsa bunun zararını sen mi karşılayacaksın?” şeklinde sorular sorarlar. Bunlara tatmin edici cevaplar bulması zordur. Bir de kaynak sorunu var. İşler tıkırında değilken ek kaynak nereden bulunacak. Literatür buna bir cevap vermiş. Deniliyor ki her işletmede ‘saklı paralar’ vardır. Öneri şu: işletmeci yatırımcı şapkasını giyince oturacak:
1) Genel ve idari harcamalara;
2) Satın almaya;
3) Süreçlere ve süreçlerdeki otomasyon yoğunluğuna; ve
4) Personel masraflarına bir bakacak. İddiaya göre yeni kaynak arayışına girmeden bu dört alanda yapılacak değişikliklerle yeterli kaynak bulunabilir. Aslında bu doğrudur. Yani işletme operasyonlarına dikkatli bir bakılırsa bazen ciddi tasarruflar sağlanabilir. Burada soru bu tasarruflar yeni atılımlar için yeterli düzeyde olabilir mi. Sanmıyorum ama söylenen bu.
Ekonomi tıkırında değilse yapabileceğiniz, aklımın erdiği, her şeyi yazdım. Likit kalın dedim, çıkın dedim, ortak alın dedim, başka alanlara bakın dedim. Geriye bir tek şey kalıyor. Eğer ekonomi tıkırında değilse tıkırındaymış gibi düşünün, sadece ekonominin ne kadar tıkırında olduğunu yazan yazıları okuyun, konuşmacıları dinleyin ve diğerlerine haaayt! çekin. Bu arada...
Sağlıcakla kalın