İçine yolculuk yapmayan “iyi yönetici” olamaz
İnsanın ağır sorumluluklarından biri de Amos Oz’un “Hayatta eli boş dönülmeyen tek yolculuk insanın kendi içine yaptığıdır” sözünde saklı olandır. İnsanın kendisiyle başa çıkabilmesi, kendi şeytanının önünü tıkaması söylemde kolay ve çekici, uygulama güç ve itici olanıdır. Bütün insanlık tarihi, engelleri, kurumlara hakim olarak “iktidar otoritesi” ile yok etmek isteyenler ile engelleri kaldırmanın en etkin yolunun “insanı eğitmek” olduğunu düşünen ve uygulamaya taşımak isteyenler arasındaki karşılıklı mücadelenin genişletilmiş özetidir.
İnsanı sorumluluğun ikincisi, yakın ilişki içinde bulunduğumuz “öteki insanları anlayabilmedir”. Bireyler, topluluklar ve toplumlar arasındaki çatışmaların kaynağı, yakınımızdaki insanları anlama eksikliğidir. Yakın çevreyi derinliğine tanımamız, sorunları çözmedeki büyük gücü oluşturur. Karşılıklı-bağımlılık ilişkilerini ilkeler, kurallar, yasalar, örf ve adetler üzerine oturtarak; birlikte var olmanın yarattığı gücün, can ve akıl güvenliğini sağlamanın sırrı olduğunun ayırdında olmak bizi başkalarından iki adım önde yürütebilir. Dikkatli bakabilenler, yakın çevrimizle işbirliği ve güç birliği yaptığımızda “nesli sürdürmenin” sınırları genişlettiğimizi; iç çatışmalar arttığında ise bir nesli yok etme tehlikesi ile yüzleştiğimizi fark edecektir.
İnsanı sorumluluklarımızın üçüncüsü, üzerinde yaşadığımız “Dünyada olup bitenlerin iyi okunması”dır. Dünya genelinde gelişmeleri yönlendiren eğilimlerin yönünü, hızını, etkilerini baskın hale gelmeden öngörebilmek başlı başına sorun çözücü bir güçtür.
Bu denemede, insani sorumluluklarımızın ilki olan “içimize yolculuk yapma” boyutunu irdelemek istiyoruz. Yazının merkez düşüncesi, “kendisiyle baş edemeyen bir insanın, başka sorunları çözemeyeceği” varsayımına dayanıyor.
Kendimizle baş etmenin beş adımı
Bireylerin temel özelliklerinden biri, birbirlerinden farklı yapılarda olmalarıdır. Yeryüzünde ne kadar insan varsa, o kadar da davranış biçimi vardır. İnsan bilimleri, çoklu incelemelerden yararlanarak, bu sonsuz çeşitlilikteki insan davranışlarını yönlendiren temel özellikleri kategorilere ayırarak açıklamaya çalışır.
Denememizin bu aşamasında “insanın kendisiyle baş etmesini sağlayan beş adım” üzerinde durmak istiyoruz: Kusursuz insan olmadığı bilincine ulaşmak, kendi yanılmazlığına inanmanın tehlikesini kavramak, güç kullanma ilkesini içselleştirmek, kapsayıcı ve sömürücü anlayış ve davranışların olası etkilerini kavramak ve suçu başkasına atarak rahatlama kurnazlığından uzaklaşmak.
Kusursuz insan olmadığı bilincine ulaşmak
İnsanoğlu karar verirken, dış dünyayı, bilgileri çerçevesinde daha nesnel değerlendirebilir. İnsanın kendine dönük kararlarında ise “sezgilerin etkisi” devreye girer; nesnellikten uzaklaşılabilir.
Peter H.Diamendis ve Stewen Kotler’in Bolluk Çağı adlı kitaplarında belirttikleri gibi, sezgi bilişsel kısa yolu oluşturur. Sezgiler karar verme sürecini basitleştirir; zaman ve enerji tasarrufu sağlar ama büyük çeşitlilik göstermeleri nedeniyle hata katsayıları artar. Söz konusu kitapta Kahneman’a yapılan göndermede de, sezgilere güvenmenin ciddi ve sistemli hatalara yol açabileceği vurgulanır. İnsandaki “ bilişsel önyargılar”, “doğrulama önyargısı”, “olumsuzlama önyargısı” ve “demir atma” gibi tutumlar, karar verme süreçlerinde sapmalara yol açar.
İnsan potansiyeli her şeyi tam olarak kavrayacak biçimde tasarlanmamıştır. İnsanın fiziki gücü sınırlı olduğu gibi, düş enerjisi de sınırsız değildir. Tek cümle ile anlatmak gerekirse, insan, “eksikli varlıktır ”.
İnsanlar, konumları ne olursa olsun, kendi imajlarına gereğinden fazla kafa yorduklarında, daha büyük hedeflere yönelmek için gerekli duygusal ve motivasyonel kaynaklarını tüketir.
Tarih yüzlerce örneğinde kanıtlamıştır ki; ilkelerden, kurallardan ve yasalardan kendilerine sınır çizmeyen, “kendine fren koyma ilkesini” önemsemeyenler, son çözümlemede kendi güçleri tarafından boğulmuştur.
Her insanın ‘kör alanları” vardır; bütün insanlar “eksiklidir”; o nedenle “kusursuz insan olmadığı bilincine erişmemiz” gerekir. “Hata kültürü” insani gelişme için gereklidir ama aynı hataları durmadan yinelememek koşuluyla. Bir insanın, insanların yarattığı sistemlerin işleyişinde hüner düzeyine erişilerek yaratıcı yenilik aşamasına geçilmesi için “kusurlu yaratık olduğumuz” kavrayışı bir an bile akıl süzgecinden uzaklaşmamalı, uyarıcı ve sapmaları düzeltici işlevini yerine getirmesi engellenmemeli.
Kendi yanılmazlığına inanmanın tehlikesini kavramak
İsiah Berlin’in altını çizdiği gibi, bir insanın kendi yanılmazlığına inanmasından daha büyük bir tehlike yoktur.
İşlerle ilgili net bilgi sahibi olmamız, kaynakları etkin biçimde koordine etmemiz ve belli alanlara odaklanarak başarılı sonuçlar elde edebilmemiz için insanın “yanılabilen canlı” olduğunu içselleştirmemiz gerekir.
“Tek yol ve tek doğru” algısının sakıncaları, kendini aşırı değerlendirmeler yaparak önemseyenlerin davranışları Dawid Owen’in, Hasta ve İktidarda: Son 100 Yılda Devlet Başkanları ve Hastalıkları adlı kitabında “ kibir sendromu” başlığında anlatılır. Kibir sendromu göstergelerinden bazılarını başlıklar halinde aktaralım: Kendi yanılmazlığına inanmaktan kaynaklanan kibir sendromu, “Dünyayı hükmedecek ve zafer peşinde koşacak yer” gibi algıladığımız zaman ortaya çıkar. Kamuoyuna “sadece iyiyi gösterme” ve “hataları saklama” eğiliminden güç alır. “Kendini Mesih sanma” algısına uzanır. Yönetici konumunda ise “kendini devletle özleştirme” anlayışı ile öne çıkar. Yöneticilerin “Her şeye kadir oldukları” inancını pekiştirir. “Suçu başkalarında arama” kolaycılığına saplanır.
Kendimizle başa çıkmak istiyorsak, “yanılabilme özgürlüğünü” kullanmalıyız ama, bir ilkeyi asla göz ardı etmemeliyiz: Aynı yanlışları tekrarlamaktan sakınmalıyız.
Güç kullanma ilkesini içselleştirme
Kendimizle baş etmek istiyorsak “güç kullanma ilkelerini” de içselleştirmemiz gerekir. Elimize geçirdiğimiz “gücün sınırlarını bilmek” ilk adımı oluşturmalıdır. Bir insan “aşırı ve noksan değerlendirme ilkesini” kavramışsa, ne gücünü abartır ne de küçümser. Fırsat ve tehlikeleri, olanak ve kısıtları araştırarak, gücün sınırlarını belirleyen bir insan, ne kendine aşırı önem verir ne de özgüvenini yitirerek kendini vurmaya dönük davranışlarda bulunur.
Güç kullanma ilkesinin ikinci adımı, “ gücü kullanacak zamanı ve zemini iyi hesaplamaktır”. Zamanın ruhunu iyi okuyup, gücünü zamanın ruhuna uygun biçimde harekete geçirenler hedeflerine daha kolay ulaşır.
Güç kullanmanın üçüncü adımı da, “gücü kullandıktan sonra bize nasıl geri döneceğini” iyi hesaplayarak ilerlemektir.
“İlkeler kalelerimizdir” özdeyişini unutmamalıyız. İlkeli davranış özün, sözün ve davranışın bütünlüğünü yani “iç tutarlılığı” sağlar. İç tutarlılık da, bizim “kişiliğimizi” belirler ve “güven yaratan kişilik” oluşturulmasına yardımcı olur.
Tutarlı kişilik, güven yaratır; toparlayıcı liderlikle birleşince enerjilerimizi amaçlara odaklamamızı, zaman yaratmak istediğimiz sonuca daha çubuk ulaşmamızı sağlar. Tutarlılık, “kapsayıcı kişilik” için de gerekli bileşenlerden biridir.
Kapsayıcı ve sömürücü anlayış
Kapsayıcı anlayış, kıskanmaya, arkadan vurmaya, pusu kurmaya ve ‘bende yok başkasında da olmasın’ algısından beslenen kasaba kültürüne prim vermez. Kasaba kültürünü aşan birey, topluluk ya da toplumlar, hem kendi önlerindeki fırsat engellerinin kalkmasından yanadır; hem de başkalarının fırsat alanlarını tıkamama erdemine sahiptir. Özgür düşünme, özgür anlatım ve aykırı düşüncenin zenginliği bilincini yakalamak ve geliştirmek, kapsayıcı anlayışın temellerini oluşturur.
Fırsat eşitliği kadar “paylaşımcı olmak” da kapsayıcı algının bileşenidir. Kendimizin ve sınırlarımızın farkında olmak, ortak yaşam ve işbirliği bilincini yükseltmek, başkalarına değer vermek ve ortama değer katmayı önemsemek de kapsayıcı olmanın adımlarıdır.
Paylaşımcılık, saygı duyulan ve saygı uyandırın kişilik yaratır; paylaşımcı insan çevresine de olumlu anlamda ilham verir.
Paylaşımcı algı, ön-hazırlık, öngörme ve önlem alma disiplini, bileşen ve bağlamların bir başka anlatımla iç ve dış bağlantı dinamiklerinin farkında olma gibi donanımlara da sahip olunduğunda anlamlı sonuçlar yaratır.
Paylaşımcılığın bir başka yanı da “hukuk bilinci ve hukuk saygısıdır”. Başarının entelektüel kapasite kadar sistem kapasitesi de gerektirdiğini kavrayan birey ve topluluklar, hak ve özgürlüklerin korunmasının güvencesi olarak paylaşımcı anlayışı benimser. Açık demokrasi, gözetim ve denetimle, hesap verebilirlik paylaşımcı algının ana konularını oluşturur.
Paylaşımcılık, ortak enerjiyi yakalamaya ve ortak güç yaratmaya dönük etkin tutumlardan biridir. Paylaşımcılık bu özelliği ile “sürdürebilirliğin”, başka bir anlatımla birikim yeteneğini koruyarak uzun dönemli geleceği korumanın da yoludur.
Suçu başkasında arama kolaycılığı
Kendimizi sorgulamanın, gücümüzün sınırlarını bilmenin, olanak ve kısıtlarımızı nesnel biçimde anlamanın önündeki engellerden biri de “suçu başkasında arama kolaycılığına kaçmadır”.
“Akla nazar değmez” der atalarımız. Kendi aklını beğenme, yetmezliğin yarattığı kıskanma ile ilkesiz ihtirasın çekişi nedeniyle insanlarda iç dengeleri bozar.
Dünyanın en kolay işi başkalarında suç aramaktır. Kadim kültürümüz, “Suç samur kürk olsa kimse üstüne giymez!” der… Oysa, etkin yönetişim yapabilmenin gerek şartlarından biri, nalıncı keseri olmamaktır. Nalıncı keseri gibi, “…hep bana, hep bana” diyen bir anlayışın birleştirici, uzlaştırıcı, kapsayıcı ve yaratıcı olması mümkün değil. Düz keser ağzı gibi “…bir sana, bir bana” diyebilen anlayış kapsayıcıdır…
Bütün anlattıklarımızın özünde “içimize yolculuk yapabilme “ özgüveni vardır. İçimize yolculuk yapmalıyız ki, kendimizi iyi anlayalım, doğrudan ve dolaylı ilişkimiz olan insanları da anlayarak, paylaşımcı bir tutumu hayata taşıyabilelim…