İçerikle Pazarlama Konferansı'ndan notlar
Geçen haftaki yazımda 11 Mayıs’ta düzenlediğimiz “İçerik Oyunları” başlıklı İçerikle Pazarlama Konferansı’ndan söz etmiş ve konferansla ilgili notları bir sonraki yazıda paylaşma sözü vermiştim. Evet, konferans ilki gibi çok güzel geçti. Hem konuşmacılar hem de katılımcılarla, sorulu cevaplı epey verimli bir tartışma yaptık. Biraz zamanı sarkıttığımızı itiraf etmek gerekiyor, ama bir dahaki sefere zaman konusunda daha hassas ve profesyonel davranacağımıza söz veriyoruz.
Konferans konukları arasında Sofar İstanbul‘un organizatörü Eda Demir soru yağmuru altında kalan konuşmacıların başında geliyordu. Belki duymayanlar vardır; Sofar, dünya çapında bağımsız bir müzik organizasyonu. Özelliği ise ister yeni olsun isterse çok ünlü, müzisyenlerin, evlerde yaklaşık 50 kişilik gruplara konser vermesi. Organizasyonun İstanbul ayağı da oldukça başarılı. Bugüne kadar 120 ev konseri gerçekleştiren Sofar İstanbul, yeni parlayan bazı sanatçıları ilk keşfeden ekip olarak dinleyiciler ve müzisyenler arasında önemli bir yere sahip.
Eda Demir’in sunumunda en dikkat çekici noktalardan biri “Takipçi” ile “Topluluk” arasındaki farkın altını çizmesiydi. “İçerik ve Topluluk” başlıklı bir sunum yapan Demir, milyonlarca takipçiye sahip sosyal medya hesaplarının, ortak zevkleri ve değerleri paylaşan küçük bir topluluğun gücüne asla erişemeyeceğini söyledi. Bu nedenle sponsorlarla masaya oturduklarında topluluk değerlerinden mümkün olduğunca taviz vermediklerini ve yaptıkları işin kurallarını sponsora göre esnetmek yerine sponsoru yaptıkları işin sınırları içine çektiklerini anlattı. Kısaca özetlemek gerekirse Sofar örneği ve Eda Demir’in anlattıkları; niceliğe değil, niteliğe odaklanmanın başarıyı sürdürülebilir hale getirmekte temel bir unsur olduğunu gösteriyor.
Konferansta markaların içerikle olan ilişkisini anlatan Brand Map dergisi Yayın Yönetmeni Bülent Fidan ise mitolojik öykülerden, efsanelerden, masallardan beri kimliklerin insanlar üzerindeki etkisine değindi. Bir markanın karakter çalışmasının nasıl olabileceğini küçük bir atölye çalışmasıyla anlatan Fidan, markaların da tıpkı insanlar gibi ete kemiğe bürünebilir karakterler haline getirildiğinde etkisinin çok daha büyük olabileceğini, böyle bir marka yaratma çalışmasının da markayı bir kişilik olarak günlük yaşam içinde düşünerek tasarlamaktan geçtiğini vurguladı.
İstanbul Bilgi Üniversitesi Dijital Oyun Tasarımı Bölüm Başkanı Tonguç İbrahim Sezen ise son zamanda markalar açısından popüler hale gelen “Oyunlaştırma” kavramı üzerinde durdu. İnsanlar arasında hedef koymanın, rekabet yaratmanın, kazananları sergilemenin önemli bir motivasyon kaynağı olduğunu belirten Sezen, buna rağmen mevcut oyunlaştırma uygulamalarının pek çoğunun abartıldığı kadar mucizevi sonuçlar verdiği yönünde bulgu olmadığına dikkat çekti. Sezen, günümüzdeki ticari uygulamaların pek çoğunun kişisel veri toplama gibi çok da etik olmayan amaçlar güttüğünü belirterek oyunların, bireyleri ya da toplulukları iyi yönde geliştirici, motive edici olması gerektiğini anlatarak bu konuda örnekler verdi. Bu nedenle “oyunlaştırma” kavramı yerine “içerikle oynama” kavramını daha çekici bulduğunu söyledi.
Toplantının ilgi çekici sunumlarından birini de Z kuşağı üzerine Medina Turgul DDB reklam ajansından Beliz Top yaptı. Top, halihazırda 13-14 yaşından başlayıp 21-22 yaşına kadar uzanan Z kuşağının karakteristik özelliklerini anlattığı sunumunda, bu yaş grubuna giren gençlerin de aile, yetişme tarzı, çevre gibi etkenler nedeniyle birbirinden oldukça farklı ve kendinden önceki kuşakların davranışlarını andırır karakter özelliklerine sahip olabileceğini anlattı.
Z kuşağının artık tamamen dijital yerli olduğuna ve aynı anda birkaç ekranla beraber yaşadığına değinen Beliz Top, bu kuşak içinde eşitlik, eğlence gibi kavramların önceki kuşaklardan daha farklı olduğunu söyledi. Örneğin Z kuşağı, kadın-erkek eşitliği konusunda şimdiye kadarki kuşakların hiç sahip olmadığı kadar büyük bir hassasiyete sahip.
Doğrusu, dışarıdan son derece duyarsız, içe dönük bir görüntü sergileseler de Beliz Top'un anlattıklarından Z kuşağı çocuklarının eşitlik, “ortak iyi” gibi kavramlar konusundaki hassasiyeti beni şaşırtmadı değil. Bu kuşağın bir diğer özelliği ise eğlence konusundaki sınırlarının farklı olması. Örneğin eski kuşaklar gibi içlerinde rezil olma korkusu taşımıyorlar. Daha doğrusu bizim “Rezil olma” sınırlarımıza göre onların rezil olma sınırları çok daha geniş. Eğlenceli buldukları bir şeyi önceki kuşaklar gibi küçük düşme, rezil olma kaygısı taşımadan yapabiliyorlar. Bu durum sanırım eskilerin “Medeni cesaret” dediği şeye denk geliyor ki, yeni kuşağın bu konuda epey cesur olduğu zaten bilinen bir şey.
Z kuşağı tüketim dünyasına ve çalışma hayatına daha yeni yeni katılıyor. Bu özellikleriyle neleri yapabileceklerini yakında göreceğiz. Diğer yandan kuşaklara ait bu özelliklerle ilgili araştırmaların kaynağının büyük ölçüde ABD olduğunu da hatırlatmakta fayda var. Türkiye'de bu alanda pek fazla araştırma yok ne yazık ki. Bu nedenle Türkiye'deki Z kuşağının ne kadarının bu özellikleri taşıyan gençlerden oluştuğunu pek bilemiyoruz. Ancak küresel internet kültürü nedeniyle her ülkedeki gençlerin az veya çok içinde bu özellikleri barındırdığını, en azından farkında olduğunu söylemek de pek yanlış olmaz.