İçe kapanmak ve küçülmek çare değil

Adnan NAS
Adnan NAS ASLINA BAKARSANIZ adnan.nas@stfa.com

Hatırlarsanız, bizim gibi gelişmekte olan ülkelerin finans sistemlerinin göreceli basitliğinin, onları küresel sistemin merkezinde patlayan son krizin uzunca süren ilk dalgasının dışında bıraktığı tespiti genel kabul gördü. Türkiye açısından, 2001 krizi sonrasında bankacılık sisteminin sermaye yeterliliği ve risk yönetimi yönünden güçlendirilmiş olmasının ayrı bir koruyucu kalkan işlevi gördüğü de ortada. Ancak finans sistemini aşan ve reel kesimi, üretimi, tüketimi, yatırımı yani sokaktaki vatandaşa kadar herkesi ilgilendiren ikinci aşamada merkez ülkelerinden farklılığımızın giderek azaldığı, hızı zaten kriz öncesinde düşmeye başlayan büyümenin yerini durgunluğa bırakmaya başladığı, faizlerin beklenenden de fazla düşürülmesine rağmen karar birimlerinin güvensiz ve tereddütlü davrandığı da açık.

Reel kesimin kalkanı var mı?

Bu noktada şöyle bir sorunun karşılığını aramak ilginç olabilir: Acaba reel ekonomi cephesinde de krizin derinleşmesine karşı koruyucu kalkanlarımız var mı? Ya da bazılarımız, yanlış ya da doğru, böyle olduğuna mı inanıyoruz?

Doğrusu bu soruya olumlu cevap vermek çok zor. Gerçi göreceli olarak küçük, esnek ve refah düzeyi itibariyle daha kanaatkar olduğumuz, bu nedenle her türlü yeni şarta gelişmiş batı ülkelerinden daha kolay intibak edebileceğimiz söylenebilir ama sorunlarımızı çözme iradesinden, büyüme ve refah artışı amacından vazgeçmiyorsak bunun pek de olumlu bir durum olduğu iddia edilemez. Gerçekten yüzde 10'un üstünde olan ve kötümser kriz senaryolarına göre 2009 sonunda yüzde 20'ye çıkmasından korkulan tarım dışı resmi işsizlik düzeyi toplumsal tahammül sınırlarını zorlayacağı gibi, büyük gecikmeler ve maliyetlerle elde edilmiş kazanımların yitirilmesi ve zaten henüz garantilenmemiş olan dünya ligindeki mütevazı yerimizden geriye gitme fikrinin pek taraftar bulamayacağı belli.

Buna karşılık işletmelerimizin ancak dörtte birinin 3 kişiden, yüzde birini bile bulmayan bölümünün 100 kişiden fazla çalışan istihdam ettiğini, ciddi bir işletme sermayesi açığı bulunduğunu, kayıtdışılığın yüksekliğinin de etkisiyle finans erişimi ve rekabetçi piyasalara bütünleşmede sıkıntı çektiklerini, mali sistemin küçük ve sermaye piyasalarının sığ olduğunu, çalışma yaşında nüfus konusundaki avantajımıza rağmen nitelikli işgücü ve verimlilik düzeyindeki düşüklüğü, üretimde katma değer düzeyinin ve tasarrufların yetersizliğinin büyüme dinamiğini cari açığa bağımlı kıldığını hepimiz biliyoruz. Bu ve benzeri bir dizi yapısal darboğazı aşmak için başlatılan reform çabasının ve dönüşüm sürecinin pek ilerlemediği de malum.

Aile şirketi boyutu

Aslında Türk şirketlerinin hem sayı, hem de iş hacmi olarak çok büyük bölümünün aile şirketi, yani kontrol hisseleri ailelerin elinde bulunan şirketler olmasının kriz koşullarında sağladığı avantajlar da yok değil. Finansman akışının ve koşullarının ağırlaştığı bir konjonktürde, küçük ve orta ölçekli şirketlerin özkaynak ağırlıklı çalışma alışkanlıkları, normal zamanlarda rekabet yeteneklerini kısıtlasa da, kriz koşullarında fazla hasar görmelerini önleyebilir. Ayrıca ihraç pazarlarındaki durgunluk ve stoksuz çalışma eğilimi, büyük tutarlı siparişlere göre örgütlenmiş ucuz maliyetli rakiplere karşı ihracatçı firmalarımızın rekabet gücünü artırabilir.

Ancak aile şirketlerinin böyle dönemlerde içlerine kapanıp yeniden yapılanmalarını uzunca bir zaman ertelemeleri ihtimali de var.

Öte yandan giderek en önemli sorun haline gelen işsizlik açısından durumun daha da kötüleşmesini önlemek için bir yandan istihdam üzerindeki gelir vergisi ve sigorta yükünü indirmek, diğer yandan ihracatçı firmalara işletme sermayesi desteği sağlamak öncelikli önlemler arasında olmalı.

İki milyon işletmenin sadece 1500'ünün ve ISO-500'deki büyük firmaların dahi sadece ilk 50'sinin karların yarısını elde etmesi de, şirketlerin ölçek büyütmelerini özendirmek için hem birbirleriyle ortaklık kurmalarının, hem de aile servetlerinin işletmelere sermaye ya da uzun vadeli borç olarak konmasının mevzuat düzenlemeleriyle özendirilmesi gereğini vurguluyor.

Yatırım cazibesi hâlâ yetersiz

Yatırım yeri arayan küresel likiditenin çok bol olduğu 2007 öncesinde dahi, yatırım cazibesinde sağlanan büyük iyileşmeye rağmen mevcut şirket hisselerinin ve kurulu kapasitenin satın alınması dışında, yani sıfırdan yatırım şeklinde dış kaynak girişinin çok sınırlı olması da reel kesimdeki yapısal sorunlara ve reform sürecindeki yavaşlığa atfedilebilir. UNCTAD'ın 2007 raporu sıfırdan yatırımlarda gelişmekte olan ülkelerin tercih edildiğini belirtirken bizim bundan pay alamayışımız tesadüfi değil. Ülke riski ile makroekonomik ve kurumsal istikrar yönünden diğer yükselen pazarların gerisindeyiz. Aynı kuruluşun 2008 raporu da dünya genelinde ve Türkiye'de doğrudan yatırım azalırken, BRİC ülkeleri, Malezya, Arjantin gibi ülkelere yatırımın artmaya devam ettiğini gösteriyor.

Belli ki içe kapanmak ve dönüşümü ertelemek, bize çok şey kaybettiriyor…

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar
Seçim biter, kriz bitmez 02 Temmuz 2019
Yolun sonuna geliyoruz 11 Haziran 2019