İç tüketim ile büyümenin sınırlarına geldik

Tuğrul BELLİ
Tuğrul BELLİ GÜNDEM tugrulbelli@gmail.com




Türkiye'nin (veya herhangi bir başka ekonominin) belirli bir dönem içerisindeki performansını değerlendirirken 2 önemli kritere dikkat etmek gerekiyor. Birincisi, bu performans sağlandığı dönemde yakın gelişmişlik düzeyindeki diğer ekonomilerle mukayese edildiğinde durumun ne olduğu. (Buna "benchmarking" de diyebiliriz.) Diğer bir ifadeyle, "bu performans Türkiye'nin yaptığı kalıcı atılımlar sebebiyle mi, yoksa küresel konjonktür sayesinde mi sağlandı?" sorusunun cevabının ne olduğu. İkinci önemli kriter ise bu büyüme gerçekleştirilirken ileride önemli darboğazlara veya krizlere sebep olabilecek bazı kritik ekonomik parametrelerde nasıl bir yönde ilerlendiği. Kısacası, bu performansın "sürdürülebilir" bir performans olup olmadığı sorusunun cevabı.

Birinci sorunun cevabı için toplam nüfusu 10 milyon ve üzerinde olan, satın alma gücüne göre kişi başına düşen milli hasılası 2001 yılında 5-10 bin dolar arasında yer alan "orta-ileri düzeyde gelişmekte olan ülkeler" olarak sınıflandırılabilecek ülkelerin milli hasılalarında 2001-2011 yılları arasındaki değişime bakmak iyi bir fikir verebilir. (Burada Türkiye'nin performansını Çin, Vietnam gibi çok düşük kişi başı milli hasıla rakamlarından gelen ülkelerle kıyaslamak haksızlık olur çünkü bu tip ülkelerde belirli bir platoya ulaşana kadar milli hasıla büyüme hızları doğal olarak çok yüksek seyretmekte.) Böyle tanımlandığında toplamda 15 ekonomiden bahsediyoruz. Bu ülkelerde son 10 yıldaki kişi başına milli hasıla artışı %132 (Kazakistan) ile %41 (Venezuela) arasında gerçekleşmiş. Türkiye ise %91 artışla ortalamaya yakın bir büyüme sergilemiş. (Bilgi için: Gelişmekte olan ülkelerin tümünde bu oran %102 oldu.) Bu verilerle Türkiye'nin son 10 yılda çok istisnai bir performans gerçekleştirdiğini ileri sürmek oldukça zor.

İlk soruyu bu şekilde cevapladıktan sonra, gelelim 2. ve daha kritik soruya. Bu performans "sürdürülebilir" bir performans mı? Bu noktada, herkesin ilk aklına gelen risklilik kriteri "düşük ulusal tasarruf oranı" veya bu durumun diğer bir ifadesi olan "cari açığın milli hasılaya oranı" olmakta. Gene bize yakın 15 ülkeyle kıyaslayarak bu ülkelerin 10 yıllık kümülatif cari denge rakamını ele alırsak, bu rakamın %+137 (Malezya) ve %-74 (Romanya) arasında değiştiğini görüyoruz. Türkiye %-47 ile sondan 2. sırada. Kısacası, Türkiye (beklendiği gibi) bu kriterden sınıfta kalmış vaziyette. Yani performansını ortalama kadar artırırken riskliliğini ise ortalamanın çok üzerinde artırmış.

Normal şartlarda, Türkiye'nin önümüzdeki dönemde 2011 senesinde olduğu gibi milli hasılanın %10'u kadar olmasa da, son 10 yılın ortalaması olan %5 ve üzerinde bir cari açığı sürdürebileceği iddia edilebilir. Ancak, bu noktada cari açığın kendisi kadar, yurtdışından ödünç alınan bu tasarrufların hangi kanallarla ekonomiyi canlandırdığına ve bu kanalların daha ne kadar sürdürülebileceğine de bakmakta yarar var. Kuşkusuz, milli hasılayı hareketlendiren önemli bir faktör reel sektör firmalarının sağladıkları yabancı kaynaklar. Son senelerde şirketlerin gerek yerel bankalar kanalıyla, gerekse de doğrudan yurtdışından temin ettikleri borçlarında önemli artışlar olduğu ve 2011 sonu itibarıyle finansal borçlarının milli hasılaya oranının %45'e çıktığı görülmekte.

Ancak son yıllarda büyümeyi asıl stimüle eden faktör üretim tarafı değil, tüketim talebindeki artış oldu. Bu noktada hanehalklarının borçlarının seviyesi ve dağılımındaki gelişmeler önem kazanmakta.

Türkiye'nin %20 civarında olan hanehalkı borçlarının milli hasılaya oranının gelişmiş ülkelere kıyasla hâlâ çok düşük olduğu ve büyümenin bu yolla stimüle edilmeye daha uzun süre devam edilebileceği çok dillendirilen bir savdır. Gerçekten de ilk bakışta AB ortalaması %50'nin üzerinde olan bu oran Türkiye'de düşük gözükmektedir. Ancak daha doğru bir rasyo olan hanehalkı yükümlülüklerinin hanehalkı varlıkları oranına baktığımızda, bu oranın 2011 yılı sonu itibarıyle %50'nin üzerine çıkarak tüm gelişmiş ülkelerden daha yüksek bir seviyeye ulaşmış olduğunu görmekteyiz. (Hanehalkı borçlarının milli hasılaya oranı çok yüksek olan İngiltere ve ABD gibi ülkelerde bile bu oran %30'lardadır.) Kaldı ki, son dönemde mevduat ve tahvil faizlerinin reel bazda sıfıra yaklaşmış olması nedeniyle hanehalkı tasarrufları artış gösteremediği için, bu rasyo tüketici kredilerindeki artış hızında bir yavaşlama olsa dahi, artmaya devam edecektir. Kısacası, Türkiye'nin dış borçlanma ve hanehalklarını borçlandırma yoluyla iç tüketimi körükleyerek milli hasılasını artırma politikasının sonlarına gelmiş olduğu görülmektedir. Artık Türkiye'nin mutlak surette beşeri ve fiziki altyapısını geliştirerek ve rekabetçiliğini artırarak ihracat ağırlıklı bir büyüme stratejisini uygulaması gerekmektedir.
 

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar
Dar bir koridor! 10 Ekim 2019
IMF 4. Madde bildirisi 26 Eylül 2019