Hukukun üstünlüğü ve iktisadi gelişmişlik
GÜNDEM / Tuğrul Belli [email protected] Tesadüfi bir şekilde bu haftaki The Economist Dergisi'nde hukukun üstünlüğünün ekonomiye olan pozitif etkisi üzerine bir yazı yayınlandı. Bugüne kadar yapılan pek çok araştırmada İngilizce'de "rule of law" deyimiyle ifade edilen "hukukun üstünlüğü" kavramıyla ülkelerin kişi başına düşen milli hasılası arasında istatistiki olarak kuvvetli bir ilişki olduğu gözlemlenmiş. Ancak, tabii ki, bu denklemdeki sebep-sonuç ilişkisi çok net değil. Yani, bir ülke zenginleştiği için mi hukukun üstünlüğü artıyor, yoksa hukukun üstünlüğü arttığı için mi zenginleşiyor? Bu konuya cevap vermeden önce iktisatçılar arasında "hukukun üstünlüğü" kavramının kalın ve ince olmak üzere 2 çeşit tanımlanması olduğu belirtmek gerekiyor. Kalın versiyon liberal felsefeyle doğrudan bağlantılı ve devletin birey karşısındaki gücünün sınırlanması ve ifade ve birlik kurma özgürlüklerinin tanınması olarak ifade ediliyor. Türkiye'de bu "kalın" versiyonda problemler olduğunu biliyoruz. İnce versiyon ise mülkiyet hakları ve adaletin etkili ve adil bir şekilde uygulanması konularını içeriyor. Maalesef, ülkemizde hâlâ ince versiyonla ilgili problemlerin bile olduğunu görüyoruz. Yazıdaki katılmadığım yorumlardan biri Çin'in zayıf bir "hukukun üstünlüğü" uygulaması olmasına rağmen büyük bir ekonomik kalkınma hamlesi gerçekleştirmekte olduğu, bu durumun da hukuk üstünlüğü-iktisadi kalkınma arasında var olduğu düşünülen pozitif ilişki konusunda soru işaretleri uyandırdığı yargısı. Halbuki, Çin eski bir komünist ülke olarak mülkiyet hakları dışında hukuk üstünlüğünün "ince" versiyonunu uzun süre çok iyi tatbik etmiş bir ülke. Son yıllarda mülkiyet hakları konusunda yaptığı reformlarla da müthiş bir kalkınma performansı yakalamış durumda. Bugün Çin'deki hukukun üstünlüğü uygulamasının ince versiyonunun Türkiye'den daha üst seviyede olduğu bile ileri sürülebilir. Şahsen eğer hukuk üstünlüğü kavramının kalın ve ince versiyonları arasında bir uygulama önceliği varsa, bunun ince versiyonda olması gerektiğini, yani bugün bulunduğumuz noktada hukuksal uygulamada yapılacak iyileştirmelerin Türkiye'nin refah ve gelişmişlik düzeyine daha önemli katkısının olacağını düşünüyorum. (Ancak ülkemizde maalesef bu ince versiyonda yeteri ilerleme sağlanmadan kalın versiyonda düzenlemeler yapılması gündeme getiriliyor.) Peki, nedir "ince" versiyondaki eksikliklerimiz? Kayıtdışılık, vergi kaçırma, şeffaf olmayan ihaleler, devlet-müteahhit ilişkilerindeki grilikler, imar rantları, akaryakıt kaçakçılığı, küçük tasarrufçuların, işçilerin ve tüketicilerin haklarının ihlal edilmesine göz yumulması, adaletin işleyişindeki gecikmeler vs. vs. Bir kısmı birbirleriyle ilişkisiz görülse de aslında bunların hepsi hukukun üstünlüğü kavramının ince versiyonundaki uygulama zaafiyetlerinden başka bir şey değil. Ülkemizde uygulama zaafiyetleri anlamındaki hukuksuzluk bizi devamlı olarak iktisadi açmazlara sürüklemekte. En basitinden ülkenin eğitim, sağlık ve altyapı gibi alanlarda güçlü bir devlet desteğine ihtiyacı var. Ancak, bu kayıtdışılık oranlarıyla devletin yeteri kadar gelir elde ederek bu konulara gerekli desteği verebilmesi imkansız. Diğer somut bir örnek de 2001 bankacılık krizi: Bilindiği gibi söz konusu krizden sonra Bankacılık Kanunu'nda çeşitli değişiklikler yapıldı, ve nihayetinde 2006 yılında baştan aşağı yenilenmiş bir 5411 sayılı Bankacılık Kanunu Meclis'ten geçti. Peki, kriz kanundaki eksikliklerden mi kaynaklanıyordu? Hiç de değil. Kriz doğrudan yürütme organlarının yasaların çiğnenmesine uygun bir ortamı desteklemesi ve neticede mevcut bankacılık yasalarının bariz bir şekilde ihlal edilmesinden kaynaklanıyordu. Yani problem yasanın kendisinde değil, uygulamadaydı. Bir ülkenin hukuka ve adalete verdiği önemin yansımasını doğrudan bu kavramların uygulayıcılarının özlük şartlarında, ve iş ve işyeri koşullarında görebiliriz. Maalesef ki, Türkiye'de hakimlerin, savcıların, kolluk kuvvetlerinin ve de uygulamanın son noktası olan hapishanelerin maddi ve manevi koşullarının son derece yetersiz ve kaderine terk edilmiş bir görüntü çizdiğini söylemeliyiz. Ben şahsen AKP gibi iktidara önemli bir çoğunlukla gelen bir partinin daha ilk günden en yoğun eforunu Türkiye'deki adalet sisteminin çağdaş normlarla yeniden düzenlenmesi üzerinde odaklaştırmasını beklerdim. Eğer iktidar ilk günden içtenlikle yargı mensuplarıyla birlikte adalet sisteminin aksayan yönleri ve gereken hukuksal reformlar konusunda işbirliği yapmış olsaydı, inanın işler bugün yaşanan noktaya gelmezdi. Korkarım ki, bugün geldiğimiz noktada ise, AKP bütün eforunu yargı sistemini düzeltmek değil, Anayasa ve yasaları kendi çıkarına uygun bir şekilde değiştirmek, bunu başaramaz ise popülist iktisadi tedbirler almak suretiyle erken seçimlerde oy oranını artırarak, "bakın halk da bizim siyasi politikalarımızı destekliyor" savına geçerlilik kazandırarak kendine meşruiyet sağlamak için kullanacaktır. (Galiba bu kavgada ilk güme giden de Sosyal Güvenlik Reformu oldu!) Uzun vadede kaybeden ise iktisadi dinamiklerin bozulmasıyla birlikte her zaman olduğu gibi vatandaş olacak.