Hızlanan trene binmek ya da seyirci olmak

Adnan NAS
Adnan NAS ASLINA BAKARSANIZ [email protected]

Önce gereğinden fazla deneyim yaşamamıza rağmen nedense bir türlü görmediğimiz, görsek de belli ki içselleştiremediğimiz bazı gerçeklerin altını çizmekle başlayalım: Altmış beş yıldır piyasa ekonomisi uygulamamıza, otuz beş yıldır küresel düzene açılma kararı vermemize rağmen zaman zaman her şeye sıfırdan başlamış gibi davranıyoruz. Oyunu herkesçe kabul gören kurallarını gözetmeden oynayabileceğimizi, koşullarını yeterince yerine getirmeden sadece avantajlarından yararlanabileceğimizi sanıyoruz. Duygusal reflekslerle karşı çıkıp yargıladığımız “batı sistemi”nin aynı zamanda her dinden ve coğrafyadan yatırımcılar ve sermaye sahipleri için de bir güven ve garanti referansı olduğunu, dolayısıyla bizim gibi tasarruf ve sermaye eksikliği olan bir ülkenin büyümesi ve refahı için vazgeçilmez kriterler anlamına geldiğini unutuyoruz.

Öte yandan küresel düzende artık hiçbir ülkenin sistemden tamamıyla bağımsız olmadığını, nitekim sistemin lideri sayılan ABD’de bile Trump döneminde yanlış politikaların yolabileceği, finans düzeninin merkezi İngiltere’de de Brexit kararının neden olabileceği hasarın bu açıdan kendi ülkelerinde de yaygın kaygılar doğurduğunu görmezden geliyoruz. Üstelik kendi geçmişimizdeki başarı hikayelerinde hep, krizler sonucu da olsa, gerçeklerle ve zaaflarımızla yüzleşme cesaretini, reform iradesini içeren kendi inisiyatiflerimizin anahtar olduğunu bilsek de her defasında, dibe vurmadıkça, yeni bir hikaye yaratma çabasından elimizden geldiğince kaçınıyoruz. Sanki her defasında dünyanın değişeceğini, sihirli bir değneğin bizi alıp uçuracağını bekler gibiyiz.

İnovasyonun yaygınlaşması niteliği ve finansmanı

Dünya kuşkusuz değişiyor, üstelik değişimin ivmesi giderek hızlanıyor ama hiç de rehavet sağlayacak bir yönde değil. Teknoloji ve iş yapış biçimi bağlamındaki gelişmeler, gelir ve kaynak dağılımı, enerji, çevre, yatırım, ticaret, vergi, finans ve hukuk eksenlerinde yeni karmaşalar, zorluklar üretiyor. Kitlelerin neredeyse her yerde kendi sorunlarını çözmeyen, aksine refahlarını gün geçtikçe azaltan sistemden hoşnutsuzları siyasal tepkilerinden belli ama bunun cevabını klasik sömürü argümanlarında ya da devletçilik- piyasacılık tartışmalarında aramak artık geçerli görünmüyor. Ayrıca işçi, işveren, orta sınıf gibi kavramların eski kalıplarla anlaşılması da mümkün değil. Sorunun temeli, bana kalırsa, üretim sonunda oluşan katma değerin kar bileşeninin teknoloji düzeyini ve dolayısıyla verimliliği arttıracak yönde kullanılmamasında. Çünkü ancak böylelikle çalışanların reel ücret artışını haklı çıkaracak bir verimlilik artışı ile refahın yaygınlaşması mümkün olur. Bizim gibi hem mevcut teknoloji düzeyi ve verimliliğin düşük, hem de insan kaynağı donanımı ve eğitim kalitesinin, ayrıca yaratıcılık ve yenilikçiliğin önünü açacak hukuk düzeninin yetersiz olduğu toplumlarda ise bu sorun daha da hayati bir nitelik kazanıyor. Ama biz hızlanan trene yetişip binmeye değil, trenden düşenleri ya da atılanları kapmaya odaklandıkça, sorunun çözümü için arayışların ön safında yer almaya hiç de teşne gibi durmuyoruz.

Bakın günümüzde dünyanın en değerli 7 şirketinin 5’i ABD’li teknoloji şirketleri: Apple, Alphabet yani Google, Microsoft, Amazon ve Facebook. Bu şirketlerin gelişmesinin ardındaki internet, transistör, mikrodalga, GPS gibi temel teknolojilerin bulunması ise 60-80 yıl öncesine gidiyor ve başta uzay araştırmalarını da yürüten ABD Savunma Bakanlığı olmak üzere kamu kaynaklarından fonlanarak gerçekleşiyor. Şimdi ise Ar-Ge fonlanmasında dağılım tam tersine dönmüş durumda: Milli gelir’in %2’si kadar Ar-Ge harcaması özel sektör,%1’in altında kalan ve giderek azalan bölümü ise kamu kaynaklarından karşılanıyor. Bu prensip olarak adil ve olumlu bir gelişme, çünkü inovasyonun maliyeti ondan ticari olarak kazanç sağlayacak yatırımcıların sırtında kalmış oluyor. Ancak şirketlerin de ancak kısa vadede geri dönebilecek inovasyonu tercih etikleri, bu nedenle büyük verimlilik artışlarına yol açabilecek asıl yaratıcı inovasyonun finansmanının hala bir soru işareti olduğu şimdi yükselen yeni eleştiri. Gerçekten, bu sorunun cevabı olarak görülen girişim sermayesi( venture capital) şirketlerinin ya da kurucu hisselere imtiyazlı karar gücü veren Google, Dow, GE gibi dev firmaların da sürücüsüz araba, genetik transformasyon, robot tasarımı gibi inovasyonlardan en fazla 10 yıl içinde geri dönüş bekledikleri anlaşılıyor. Daha büyük risk almayı gerektiren projeler için kamunun devreye girmesine hala ihtiyaç var. Ancak artık temel bilimlerin ve araştırma bulgularının bütün dünyanın ortaklaşa yararlandığı data haline gelmesi ve küresel firmaların artan rolü, inovasyonu ve teknolojik gelişmeyi belli ülkelerin tekelinden çıkarıyor. Anahtar, kimlerin süratle stratejik yol haritalarını uygulamaya koyup bu süreçte rol almayı başaracağında..

Eğitimde alarm zilleri

Türkiye’de ise gündem, bu gelişmelerde rol almak şöyle dursun, izleyip hazırlanmayı bile imkansız kılacak kadar sığ ve kalabalık. Sadece iktidarı ve muhalefetiyle politikacılar değil özel sektör de birkaç on yıl öncesinin paradigmalarıyla hareket ediyor. Mevcut politikaların, borçlanmaya, tüketime ve inşaata odaklı büyüme modelinin, kur ve faiz ikileminin yanlışlığını ya da yetersizliğini tartışmak ve eleştirmek yeterli değil oysa; statükonun hangi yönde ve nasıl değiştirilmesi gerektiğinin, kaynak tahsisindeki önceliklerin açık sinyallerini ve bunu içeren vizyonu ortaya koymak gerek. Sözgelişi kaliteli eğitimi herkese erişilebilir kılacak bir sistem değişikliği ya da verimlilik ve reel ücret artışı sağlayacak kalıcı stratejiler önermedikçe, sadece sosyal ve ekonomik mobiliteyi açık tutma vaadi yönetim vekaletini almaya yetiyor. Son yıllardaki reform yorgunluğuna ve yalpalamalara rağmen işbaşındaki kadroların kitle desteğini koruması da bunu gösteriyor.

Oysa OECD’nin üç yılda bir yaptığı Uluslararası Eğitim Değerlendirme Programı’nın (PISA) 2015 yılı sonuçları yeni açıklandı: Her ülkenin 15 yaşındaki öğrencilerinin fen bilimleri, matematik ve okuduğunu anlama alanlarındaki düşünsel kavrayış becerilerini bilimsel olarak ölçen testin ortalamasına göre Türkiye,2012’deki son teste göre yedi sıra gerilemiş ve 35 OECD ülkesinin içinde sondan ikinci olmuş. En fazla gerileme dokuz sıra ile fen bilimleri ve okuduğunu anlama alanlarında. Hele okuduğunu anlama’da 2006’ya göre gerileme oldukça çarpıcı: 13 sıra. Gerilemenin bir bölümü kapsama endeksinin genişlemesinden, yani yoksul ve yetersiz eğitimli çocukların da kapsama girmesinden kaynaklansa da durum, geleceğimiz için temel kaynağımız olan insan kalitesi açısından vahim ve süratle tedbir almayı gerektiriyor. Çünkü sürekli değişip gelişen modern dünyada aktif bir katılımcı olmamız, bu düzeyde bir eğitim alan genç kuşaklarla mümkün değil. Bilimsel bilgiye, matematiksel düşünceye ve kavramları algılamaya yatkın olmayan insan kaynağı, bizi artık bütün dünyaya açık olan teknolojik gelişme ve inovasyon sürecinin dışında bırakacak alarm zili olarak algılanmalıdır.

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar
Seçim biter, kriz bitmez 02 Temmuz 2019
Yolun sonuna geliyoruz 11 Haziran 2019