Hırvatistan Hırvatistan olalı…

Suat TAŞPINAR
Suat TAŞPINAR AVRUPA'NIN DOĞUSU [email protected]

Mahşeri kalabalık “kahramanları” beklerken yanıbaşımda duran Hırvat gencin dile getirdiği duyguların Türkçesi şuydu: “Zagreb Zagreb olalı böyle bir şey görmedi!” Başkentin Taksim’i diyebileceğimiz ufacık Jan Belacic Meydanı’nda 250 bin kişi vardı. Havaalanından meydana uzanan 20 küsur kilometrelik yolu, futbolcuları taşıyan belediyenin mütevazı üstü açık otobüsü neredeyse 8 saatte alabilmişti! Şehre uzanan yolun kenarı salkım saçık insanlarla doluydu. Resmi rakamlara göre, dünya ikincisi Hırvat milli takımını karşılamak için 550 bin kişi sokaklara dökülmüştü. 4 milyon nüfuslu bir ülke için bunun ne demek olduğunu siz düşünün!

Jutarnji List gazetesinin manşeti duygulara tercüman olmuştu: “Finali kaybettiler ama dünyayı (ya da dünyanın kalbini) kazandılar!”

Yaşam felsefesi en kestirmeden “tevazu” üzerine kurulu bu küçük Balkan-Güney Avrupa ülkesinin şapka çıkarılan başarısı alkışı hak ediyordu. Sosyal medyada dolaşan bir espriye atfen, finalde sadece Fransızlar Fransa’yı desteklemiş, tüm dünyanın kalbi Hırvatlar için çarpmıştı. Biraz “aşırı motivasyon”un iyi oyunlarına gem vurması, biraz hakemin tartışılır penaltı kararı, Zagreb’de kahramanları ellerinde dünya kupası ile karşılamanın hayalini kuran Hırvatları belki üzmüştü ama finale çıkmak başlı başına tarihi başarıydı zaten. Mutluluk ve coşku zirvedeydi.

Zagreb’de pazartesi günü futboldan başka bir gündem yoktu. İşyerleri kapalıydı. Marketler bile “hafta sonu mesaisi”nde erken kapattı kepenkleri. Saat 14.00’de Ban Jelacic Meydanı’nda olacakları duyurulan futbolcuları karşılamak için, halk sabahın köründe yer kapmaya başlamıştı. Otobüsün geçeceği güzergah, aile boyu adeta pikniğe çıkmış insanlarla doluydu. Üzerinde kırmızı-beyaz damalı forma, elinde bayrak olmayan neredeyse yoktu. 80’lik nineler, emekleyen torunlarının elinden tutup gelmişti. Alemin en akıllısı olarak ben 14’e doğru meydana çıkan İlitsa'ya (Cadde) indim, mevzilendim.

Tam bir bayram coşkusu vardı. Herkesin gözlerinde çakmak çakmak gururun alevi yanıyordu. Uzun bekleyişte insanlar tanışıp ahbap olmuş, maçı, hayatı konuşuyorlardı. Yabancı gazeteci olduğumu öğrenen yaşlı bir öğretmen, “Şu dinamizme, sevgiye bakar mısınız? Bu kadar güzel bir ortak paydası olan insanların ülkesi daha ileriye gitmeli değil mi? Ekonomi ne kadar kötü, ülke ne kadar berbat yönetiliyor. Binlerce eğitimli gencimiz işsizlikten Almanya’ya, İtalya’ya, AB ülkelerine gidip vasıfsız işlerde çalışıyor. Belki yeni bir dönüşüm, yeni bir hayat için bu başarı bize cesaret verir, itici güç olur” diye yakınıyordu.

Saat 16’ya doğru, futbolcuları taşıyan uçak, iki savaş jetinin eşliğinde şehrin üzerinden zafer uçuşu yaparak havaalanına yöneldiğinde, daha bekleyecek uzun saatler olduğunu anlayıp eve döndüm. TV’den olup biteni canlı izlemek daha akıllıcaydı. Nitekim, 14’te beklenen futbolcuların otobüsü çiseleyen yağmur altında, bir bayrak, meşale, sevgi seli içinde adım adım ilerleyerek meydana vardığında saat 20.30’u gösteriyordu. Yüz binlerce insanın neredeyse 8 saat yerlerinden kıpırdamadan, marşlar söyleyerek, bayrakları coşkuyla sallayarak nasıl bekleyebildiklerine, aç karınlarını nasıl doyurup tuvalet meselesini nasıl hallettiklerine aklım ermeden şaşkınlıkla izledim muazzam manzarayı.

Otobüsün üstünde elinde bayrakla hiç susmayan, takımın en afacanı Beşiktaşlı Vida zıplayıp duruyordu. Kaptan, efsane, kupanın “tescilli" en iyi futbolcusu Modriç, uzatılan elleri tek tek sıkıyor, sonra çıktığı sahneye taraftarlar arasından çekip çıkardığı Down sendromlu bir çocuğun tören boyunca elini tutuyordu. Barselonalı Rakitiç, Real Madrid’li Modriç’in yumruğunu havaya kaldırıp, alkışları ona yönetirken iyi bir futbolcu olduğu kadar “adam gibi adam” olduğunu gösteriyordu. Takımı eleme maçlarında son anda devralıp yarı finale kadar taşıyan genç teknik direktör Daliç, sırtına 10 numaralı Modriç forması geçirerek tevazunun zirvelerinde dolanıyordu.

Tıpkı Moskova’daki kupa töreninde olduğu gibi, bir anda başlayan şiddetli yağmur, meydandaki yüz binlerin coşkusunu daha da arttırıyor, marşlar hançereyi yırtarak arşı alaya çıkıyordu. Hırvatistan “masal tadında” bir başarıyı, ona yakışır bir coşkuyla kutluyordu. Fransızlar kupa kutlamalarını bitirip uykuya çekilmişken, Zagreb alev alev yanıyordu.

Tören biterken en çok dikkatimi çeken şu oldu: Havaalanına inişten meydandaki büyük törene kadar, ortada tek bir politikacı yoktu. Ne devlet başkanı, ne başbakan, ne belediye başkanı. Hiç kimse futbolcuların yazdığı bu büyük destandan nasiplenmek için cinlik etmemişti. Zaferi doyasıya kutlamaları için meydanı futbolculara ve halka bırakmışlardı. Her şey son derece doğal eve samimiydi. Mütevazıydı. Meydandaki törenin sunucuları bile, milli takımın amigolarıydı. Zagreb’de tadı damakta kalan bir “halk günü” yaşanıyordu.

Ertesi gün büyük gazetelerden Vecerni List’te, Jarko İvkoviç köşe yazısına, “Zagreb’de 16 Temmuz 2018’de yeni Hırvatistan doğdu” başlığını atmıştı. Bu, muhtemelen meydanı dolduran yüz binlerin duygularına tercümeydi: “Futbolda zoru başardıysak, daha güzel, daha adil, daha gelişmiş bir ülke olmayı neden başaramayalım?"

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar
Schengen’de yaya kaldık! 15 Ağustos 2024