Her zamankinden daha çok "tarih bilinci" gerekiyor

Rüştü BOZKURT
Rüştü BOZKURT BUZDAĞININ DİBİ [email protected]

"Anlamanın" ne olduğu, ne olmadığı üzerinde çalışanların birleştikleri bir alan var: Biz insanlar, dışımızda olup biten olay ve olguları daha kolay açıklayabiliyoruz. Biraz emek ve zaman ayırdığımızda, bilim ve teknolojinin birikimlerinden yararlanarak, olup bitenleri açıklayabiliyoruz. Bizim dışımızda  olanları anlamak işin yarısı. Öteki yarısına baktığımızda, daha zorlu bir alanla karşı karşıyayız:  Kendimizi anlamak ve kendimizle başa çıkabilmek.

Kendimizi anlama ve kendimizle başa çıkma zaaflarımız, dünya genelindeki eğilimlerin yarattığı fırsat  ve tehditleri erken uyarı ile algılamamızı engelliyor.Ülkemizi yönetenlerin zamanında öngöremediği ve önlem alamadığı en büyük kaybı, Saniyi Devrimi'ni kaçırmamız olmuştur. Daron Acemoğlu'nun saptamasına göre, "Türkiye Sanayi Devrimi'ni kaçırmış tipik ülkelerden biridir."

Sanayi Devrimi üç önemli evresini geride bıraktı: Birinci evre, düşük basınçlı buhar makinesinden başlayarak, içten patlamalı motorların, elektrik motorlarının ve jet motorlarının üretimde kullanılma aşaması idi. İkinci aşama, "kayan bant sistemi" ile üretimde verimliliklerin artırılması, az kişinin  yararlandığı, karmaşık ve maliyeti yüksek ürünlerin kitlelere ulaşacak biçimde yalın ve ucuz ürünlere dönüştürülmesi olan "güçlendiren yeniliklerin" yaygınlık, yoğunluk ve derinlik kazanması. Bu aşamanın tipik örneği, "Ford'un T Tipi otomobili" piyasaya sürmesi idi. Üçüncü aşama, 1969 sonrasında elektronik kontrol sistemlerinin üretimde veri ve bilgiyi kontrol etmesi oldu. 
Bu aşamada "sürdüren yenilikler" öne çıktı. Bugünün ürünlerini dünkünün yerine koyabildiğiniz bir gelişmeye tanıklık ettik. Şimdi "verimlilik yeniliklerinde "sıçrama yapacağı iyice belirginleşmiş olan   makinelerin birbiriyle iletişim kurabildiği aşamaya geldik. İlk üç aşamayı yakalayamamış olmamızın  nedenleri üzerinde bir ortak görüşe ulaşarak, kitle aklında sapmaları azaltmanın zamanıdır.
İşletme ve Finans Dergisi'nde Temmuz 1999'da Ali Bilge ile yaptığı söyleşide Bülent Gültekin, ülkemizi "Realize edilmemiş potansiyeli olan bir ülke" tanımlıyor. Çağımızda çok önemli değişmeler yaratacağı iyice belli olan "M2M" ya da "Endüstri 4.0" gelişmeleri için potansiyellerimizi iyi değerlendirmemiz gerekiyor. Gültekin' in geçmişte fırsatları kaçırmamızın ardındaki temel neden olarak gösterdiği "Ülkeyi son derece keyfi yönetebilme koşulları" geçerliliğini koruyorsa, korkarım ki karşımıza çıkan bin yılın fırsatını da  kaçırabiliriz. Her zaman yinelediğim gibi bizim iyiliğimizi istemeyenlerin, "Türkler fırsat kaçırma fırsatını asla kaçırmaz!" yargısını da haklı çıkarmış oluruz.

Hukuk düzeni ve  kurumlar

Bir toplumun potansiyellerini iyi değerlendirmesi ve  gelişme düzeyini yükseltmesinin gerek şartlarından biri, hukuk düzeni ve işleyen kurumların varlığıdır. Bülent Gültekin' in  "Hukuk düzeni ve kurumlar  olmadığı gibi, kurumların olmadığı bir yerde adeta bir orman kanunu ile yönetilen bir ekonomi ortaya çıkıyor"saptamasına da katılıyorsak, ülkemizin geleceği adına ciddi düşünmek, harekete geçmek gerekmez mi? Eğer, ileri sürüldüğü gibi, "yönetimde keyfilik hakimse, şeffaflık yoksa, krizlerle düğümlenen gelişme çizgisine oturma ihtimali daha yüksekse, ülke zenginleşse bile çok da mutlu ve  çağdaş bir ülke olmuyor" saptamasının işaret ettiği  tuzağa düşmez miyiz? Böylesi bir gelişmeye, "Parçalı ve palyatif önlemler alınarak"yanıt verilirse, potansiyellerin israfı kaçınılmaz olmaz mı? O zaman, Gültekin'in "Türk halkı ne talep edeceğini bilmiyor" sözü haklılık kazanmaz mı?

Hukuk sisteminin ve işleyen kurumların varlığı rasyonel toplum yaratır. Bülent Gültekin'in altını çizdiği gibi, "Rasyonel ve gelişmiş ülkelerde çoğu kez sorunlar çıkmadan önlem alınabiliyor. Galiba, gelişmiş ülkelerle, gelişmekte olan ülkeler arasında en büyük fark, gelişen ülkelerde bu öngörünün olmaması, sorunlar çıkmadan çözümlerin üretilmemesidir." Bir de  kamuoyunun algısını yönlendiren medya  konusunda  Gültekin'in "Medya iktidar organı gibi çalışırsa problemler kısa dönemde erteleniyor; daha sonra ise büyüyerek  karşımıza çıkıyor" saptamasındaki gerçeklik karşımıza çıkınca, içinde bulunduğumuz koşulları önyargıların ötesinde nesnel bir biçimde değerlendirme nasıl mümkün olabilir?

Dayatmacı değil kapsayıcı

Murat Belge, Radikal'de beş yıl önceki bir yazısında, "Öteden beri kapalı, izole bir toplum olduğumuz için bir yandan  kendi 'yoğurt yeme' tarzımızı en doğru, hatta  tek yol olarak görüyoruz, öte yanda 'bizim gibi yoğurt yemeyenleri' fena halde yadırgıyoruz" saptamasını yapıyor. Böylesi bir tutum kapsayıcı değil, ayırıcıdır; uzlaşmacı değil, çatıştırıcıdır. Belki de sığ düşüncelere sahip olanların kitlelere kolay ulaşılması ve desteğinin sağlanmasının kolay yolu olduğu için şark kurnazlarının yolu da budur: Derinliği olmayan çatışmacı anlayışı körüklemektir.

Demet Cengiz Bilgin'in ülkemizdeki CEO'larla ilgili bir değerlendirmesindeki  "Ekiplerinde karşı fikirleri üretenleri barındırmadılar. 'Evet efendimciler' de onları dış dünyadan izole etti. Dikkatlerini işlerin nasıl döndüğü, pazardaki değişmeler yerine, günlük hisse fiyatlarına, kurumların imajlarına çok fazla odakladılar. Kendilerini kurumlarından büyük gördüler. Krizlerin ayak seslerini duydukları halde, bunlara yoldaki hız kesme bariyerleriymiş gibi baktılar"saptamasını da özenle dikkate almalıyız. Dayatmacı anlayışın sadece siyasette iktidar ve muhalefet diline ve tutumuna yansıyan bir durum olmadığı, iş yaşamında CEO bakışına da yansıdığı anlaşılıyor.

Ülkemizde  proje-odaklı, gündemli ve somut konular üzerine tartışma yerine, çerçevesi çok geniş alanlara, anlamlara ve söylemlere yönelik konulara yoğunlaştırdığımızdan, algılarımızı efsanelerin ve  yanılsamaların esir etmesi gibi bir oluşumla da yüzleşebiliyoruz. Toplumsal yaşamda, bakış açıları ve algıları, efsaneleri her zaman derinden etkilenmiştir. Uri Avnery Radikal'de 26 Mayıs 2008 de, "İncil efsanesine göre kahraman Samson genç bir aslan öldürür; dönüp baktığında cesette bir arı ve bal kovanı olduğunu görür. Samson böylece Filistin halkına bir muamma sunar: 'Güçlünün derinliklerinden dışarıya tatlılık akıyordu. Kimse onu çözmeye muktedir değildir." Bu sapama, "Kötülük asla çıplak gelmez, üzerine mutlaka kutsal bir şal örter" uyarısının da haklılığını kanıtlıyor.
İnsanları tek tip düşünceye yöneltmenin araçlarından biri de inançlarla, gelenek ve görenekle, efsanelerle belli şeylere inandırmaktır. Alışkanlıkla yönetme, yönetim gücüne sahip olanların başvurduğu kolaycı yoldur. İnovasyon, yaygın kanının, yerleşik doğruların, önyargıların, "yapacak başka şey yok" algısının karşısında, farklı yol arama özgürlüğünden beslenir. İnovasyon dediğimiz yenilikçilik de "farklı bir yol, yöntem ve yaklaşımla" düşünebilmektir. Anibal' ın dediği gibi, "Ya bir yol bulmak ya da bir yol açmaktır!"

Efsaneleri, tabuları, mutlak doğruları, tek yolcu tutumları, tek tip düşünce rahatlıklarını terk edebilmektir.

Tarih bilincini yaratmalıyız

Çok genel anlatımıyla tarih bilinci, geçmişte yaşanlardan ders çıkararak, daha sağlıklı gelecek yaratmaktır. Atilla Karaosmanoğlu, Globus'ta, Mart 2003'te, "Tarihten ders çıkarmak, o derslere dikkat edilerek daha önce yapılan yanlışları tekrar etmemek için de kullanılır. Tarih, 'geçmişe saplanarak' sizi  esaret altına da alabilir. Türkiye özeline baktığımızda 'ya bozgun psikolojisi ile hareket ediyoruz ya da  olmadığımız kadar kendimizi güçlü görüyoruz" diyordu. Bu saptama insanlığın temel sabitlerinden biri olan "aşırı ve noksan değerlendirme ilkesini" içselleştiremediğimizin de kanıt

Tarih bilincine dayalı sonuçlar çıkarmalıyız: Dışa ve dünyaya açık durmadımız zaman, dünya gelendeki eğilimlerin yarattığı fırsatları kaçırdığımızın tek örneği Sanayi Devrimi'ni ıskalamış olmamız değil. Daha birçok ekonomik ve sosyal gelişmede, olmamız gereken yerde değilsek, bunun sebebi, tam zamanda proje-odaklı, gündemli, korkuların gölgesiyle karartılmamış tartışmaları yeterince yapamamış olmaktır.

Şimdi bilim ve teknolojinin gelişmesinin yarattığı üretim, ulaşım ve iletişim teknolojilerinin iç bütünlüğünün gerektirdiği hukuk düzeni ve kurusal yapı, işlev ve kültür yeniden tasarlanıyor. Bu aşamada Mevlana' nın dediği gibi önümüzde iki yol var: Birincisi, inanç ve geleneklerimizin bize aktardığı kolaycı yolu seçmek... İkincisi de, kendi içimize bir yolculuk yaparak, kendi olanak ve kısıtlarımızı net olarak bilmek.

Burada yazılan her sözcüğe, her cümleye karşı çıkmak; eksik ya da yanlış olduğunu ileri sürmek mümkün. Elbetki  düşüncelerin eksiklerini ve yanlışlarını söylemek, tartışma alanını genişletmek, sağlıklı gerekçeler üretmek, olması gereken bir davranış biçimi. Bizim de istediğimiz tam böylesi bir gelişme: Burada yazılanları kimse onaylamamalı ama ne anlatmak istendiğini alıcı bir ruhla, katılımcı ve paylaşımcı anlayışla, kapsayıcı bir tutumla irdelemeli.

Hepimiz  "İşaret parmağımızla başkalarını suçlarken, üç parmağımızın kendimize dönük olduğunu, sen ne yaptın, sen ne yaptın, sen ne yaptın? "diye işaret ettiğini gözden ırak tutmamalıyız. Herkesin güveneceği bir hukuk düzenini kurmadan, kitlelerin zihninde meşrulaştırılmış bir kalkınma stratejisine dayalı söylem dili yaratmadan, dayatmacı değil kapsayıcı yolu seçmeden, tarih bilincimizi yükseltmeden kaynaklarımızı etkin değerlendiren kalkınmayı gerçekleştirebilir miyiz? Gelin bu konuyu enine boyuna  tartışalım.

 

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar