Her geçen saniye fatura büyüyor
Son enflasyon rakamlarının da ortaya koyduğu gibi artık TL’deki değer kaybının enflasyona geçişkenlik oranı son derece artmış durumda, ve önümüzdeki aylarda daha da artacak. Yurt İçi Fiyat Endeksi Ağustos’ta aylık yüzde 6.60 artarken, senelik artış ise dudak uçuklatıcı bir yüzde 32.13 oldu. Bu artış oranı Türkiye’nin yüksek enflasyon ortamında debelendiği dönemlerden beri tam 17 yıldır görülmeyen aşırı yüksek bir artış oranı. Bu ay TÜFE’nin ise yüzde 2.30 ile göreceli olarak düşük (!) çıkmasının nedeni ise üretici fiyatlarının tüketici fiyatlarına yansımasının gecikmeli oluşu ve (söylendiğine göre) bayram nedeniyle ayın 2. yarısında sisteme tüketici sepetindeki ürün fiyatlarının girişinin yapılmamış olması. (Yoksa, herkesin bariz bir şekilde artış gözlemlediği gıda fiyatlarının Ağustos’un tamamında neredeyse sabit kalmış olması (yüzde 0.06 artış) pek akla yatan bir durum değil).
Sene başından beri sepet kur yüzde 75 oranında artmış vaziyette. Diğer bir ifadeyle bu dönemde Türk Lirası yüzde 43 oranında değer yitirmiş durumda. Bu değer kaybının önemli bir bölümü ise dolar kurunun 4.9’dan bugünkü seviyelerine çıktığı Ağustos ayında gerçekleşti. Bu son artış henüz tüketici fiyatlarına yansımış değil. Temmuz sonuna kadar gerçekleşen yüzde 30’luk kur artışı ise, enflasyonun bu dönemde 8 puan kadar artış göstermesine yol açmış durumda. Kabaca halihazırda yüzde 25’lik bir geçişkenlik oranından bahsedebiliriz.
Son 35 günde ise TL sepet bazında yüzde 36 civarında değer kaybetti. Eğer yukarıda hesapladığım geçişkenlik oranı doğru ise, TÜFE yıl içinde %28’e kadar çıkabilir. Öte yandan, akaryakıt fiyatlarında yapılan vergi ayarlamaları ile bu kalemden enflasyona geçişkenlik oranının bir miktar düşürülmüş olduğunu da hesaba katmak gerekiyor. Sonuçta kurlarda daha da artış olmaz ise, enflasyonun tepe noktasının en az yüzde 25 civarında gerçekleşeceğini rahatlıkla söyleyebiliriz.
Muhakkak ki, artan kurlar neticesinde ithalat hacmimiz düşerken ihracatımız da zaman içinde bir miktar ivmelenecektir. Ancak, burada bir “zaman tutarsızlığı” (time inconsistency) durumu söz konusu. Yani, cari dengenin fiyat mekanizması (=kurlar) yoluyla dengelenmesini beklerken, reel ekonomide çok daha vahim gelişmelerle karşı karşıya kalabiliriz. “Nasıl olsa kur bir noktada denge bulur” diyerek hiçbir şey yapmama lüksümüz kesinlikle yok. (Bu arada son 6 haftada brüt döviz rezervlerimizin yüzde 27 oranında azalarak 120 milyar dolardan 88 milyara gerilemiş durumda olduğunu bir not olarak düşeyim.)
Bir defa, Türkiye enerji bakımından yurtdışına aşırı bağımlı. Ne yaparsak yapalım enerji faturasını ödemek zorundayız. Bu da çok yüksek bir meblağ (2018’in tamamında bu fatura 40 milyar doları geçecektir) ve cari dengeyi ekside tutan (diğer bir ifadeyle az da olsa nette taze döviz girişini mecbur kılan) bir durum. Eğer nette taze döviz bulamazsak, kurlardaki kanama devam edebilir.
Kurların yarattığı asıl önemli tahribat ise, döviz borçlusu olup da döviz kazancı olmayan şirketlerin mali durumlarının kritik bir noktaya sürüklenmekte olması. Bunun sonucunda bankaların aktif kaliteleri zayıflarken, yurtdışı borçlarını döndürme (roll-over) kapasiteleri de zayıflıyor. Bu durumda da verdikleri döviz kredilerini daraltmak zorunda kalıyorlar, ve şirketlere döviz alarak borçlarını kapatma konusunda baskı yapıyorlar. Çoğu şirket için bugünkü kurlardan döviz borcunu kapatacak kadar döviz almak ölüm fermanı gibi bir şey. Üstelik bankaların bu yaklaşımı zaten kıt olan dövize talebi daha da körükleyerek kurlar üzerindeki baskıyı iyice artırmakta. (Eğer her banka gemisini kurtaran kaptan şeklinde hareket ederse bu finansal sistemin tümü için çok tehlikeli bir gelişme olur.)
Kısaca, kurdaki gidişata tepkisiz kalamayız. Kurların bugünkü seviyesi üzerinde dış siyasi gelişmelerden kaynaklı önemli bir köpük olduğu yadsınamaz. Açıkçası bu köpük kaldırılmadan diğer para ve maliye politikası tedbirleri yeterli etkiyi sağlayamacaktır. O nedenle siyasi konuların bir an önce (tercihen dün) çözülmüş olması gerekiyor. Bunun akabinde inandırıcılık katsayısı çok yüksek ve bütçe hedefleri somut kriterlerle ilişkilendirilmiş olan bir Orta Vadeli Program şart. Enflasyonun yüzde 25’lere çıkma riski karşısında Merkez Bankası’nın yüzde 17.75’lik politika faizinin yetersiz olduğunu ise söylemeye bile gerek yok. En az 300 baz puanlık bir artış lazım. Son olarak BDDK’ya da önemli görevler düşüyor. Bankaların kendilerini koruma güdüsüyle sistemi yaralayacak hareketlerden kaçınması şart. Ayrıca kurda stabilite sağlandıktan sonra, bankaların bilançolarının daha şeffaf bir fotoğrafının çekilmesi gerekiyor. Bu özellikle bankaların dış borçlarını çevirmede problem yaşamamaları açısından önemli.