Hegemonya üzerine…

Ümit ÖZLALE
Ümit ÖZLALE umit.ozlale@dunya.com

Geçen haftaki yazım­da Trump’ın açıkla­dığı yeni tarifelerle be­raber şiddetlenen ticaret savaşlarını bir sınıf mü­cadelesi çerçevesinde değerlendirmiştim. Ya­zının sonunda ise Çin’in gerçekleştirdiği kalkın­ma mucizesine ve birçok alanda ABD’ye rakip ol­masına rağmen hegemon bir güç olmasının zor olduğuna işaret et­miştim. Bugün bu konuya devam etmek istiyorum.

Hegemonya, uluslararası iliş­kilerde yalnızca askeri veya eko­nomik güçle değil, aynı zaman­da norm koyma, kurumsal lider­lik ve rıza üretme kapasitesiyle tanımlanıyor. Örneğin İtalyan düşünür Antonio Gramsci, he­gemonyanın kültürel boyutuna dikkat çeker ve toplumsal dü­zenin zorlama ile değil, hâkim değerlerin içselleştirilmesiy­le sürdürüldüğünü vurgular. Bu yaklaşım, hegemonik gücün sa­dece fiziki kapasitesine değil, aynı zamanda ideolojik liderli­ğine de önem atfeder.

ABD döngünün son aşamasında

Yine bir İtalyan siyaset bilimci ve sosyolog Giovanni Arrighi ise hegemonya döngülerine dikkat çeker. Tarihsel olarak Venedik, Hollanda, Britanya ve ABD gibi güçlerin önce üretim, sonra ti­caret ve nihayet finansal merkez haline geldikten sonra gerileme­ye başladığını savunur. Arrighi’ye göre finansallaşma süreci hege­monik gücün çözülme dönemine işaret eder. Bu argüman önem­li zira Trump yönetiminin finan­sallaşmaya karşı olumsuz tavrı­nı “Main Street vs Wall Street” tartışmalarından biliyoruz. Do­layısıyla Arrighi’nin hegemonya döngüleri ile ilgili görüşlerini baz alırsak ABD’nin bu döngünün son aşamasında olduğunu, ABD’nin yeni yönetiminin de politikaları­nı bu olumsuzluğu baz alarak şe­killendirdiğini iddia edebiliriz.

Her iktisatçının başucunda durması gereken “Manias, Pani­cs and Crashes: A History of Fi­nancial Crises” kitabının yazarı iktisat tarihçisi Kindleberger ise hegemonik güç konumunda olan bir ülkenin temel görevinin küre­sel kamu mallarını/hizmetlerini (istikrarlı para sistemi, açık tica­ret rejimi, güvenlik ağı) sunmak olduğunu ileri sürer. Kendisine göre 1929 Büyük Buhranının se­beplerinden biri de ABD’nin o dö­nemde küresel ölçekte üstlenme­si gereken rolü üstlenmemesidir.

Son olarak, geçen hafta da an­dığımız Immanuel Wallerstein de 1970’lerden itibaren ABD’nin kü­resel ekonomik, siyasi ve kültürel liderliğinin zayıfladığına dikkat çeker. Bu zayıflamanın nedenle­ri arasında da -Arrighi’yle benzer bir şekilde- aşırı finansallaşmayı, üretimin çevre ülkelere kayması­nı, artan eşitsizliği ve küresel siya­si meşruiyetin erozyonunu sayar. Bununla beraber, kendisinin Dün­ya Sistemleri Teorisi’nde saydı­ğı çevre ülkeler hegemonya adayı olsa da küresel ölçekte bir süredir yaşanan yapısal kriz yeni bir hege­monik gücün kısa dönemde ortaya çıkmasını imkansız kılar.

Çin’in yükselişi: Çekim gücü mü, zorlayıcı güç mü?

Wallerstein’in teorisinde­ki çevre ülkeler arasında hege­monik bir güç haline gelmesi tek muhtemel ülkenin Çin oldu­ğu konusunda şüphe yok. Geçen hafta da belirttiğim gibi yüzlerce yıllık iktisat tarihinin en büyük kalkınma mucizelerinden birini gerçekleştirdiler. Mao dönemi­nin özellikle beşeri sermaye ka­zanımlarından da yararlanarak 1980’lerden bu yana sürdürdüğü reformlarla dünyanın iki büyük ekonomisinden biri oldular.

Bununla beraber Çin, Kuşak ve Yol Girişimi (BRI), Asya Altyapı Yatırım Bankası (AIIB) gibi giri­şimlerle küresel düzeyde kurum­sal etki üretmeye çalışsa da bu gi­rişimlerin çoğunda hâlâ bir kre­dibilite ve şeffaflık sorunu var. Yüksek teknoloji yatırımları, ya­pay zekâda kaydettiği ilerleme­ler ve dijital yuan gibi girişimleri ABD’nin liderliğine karşı alterna­tif modeller oluşturma potansiye­line sahip olsa da bu potansiyelin hegemonya üretme kapasitesi he­nüz sınırlı kalmakta.

Çin’in koruyucu role geçmesi lazım

Bunun dışında, kültürel cazibe­sinin sınırlı oluşu ve baskıcı re­jim yapısı Çin’in hegemon bir güç olarak ortaya çıkmasının önünde­ki diğer önemli engeller olarak gö­ze çarpıyor. Buna bölgedeki kom­şularıyla olan gerilimleri (Güney Çin Denizi, Tayvan, Japonya ile sorunlar) ekleyince geniş ölçekli bir rıza üretimi zorlaşıyor. Dola­yısıyla, Çin bazı alanlarda süper güç statüsü kazansa da yukarıda referans verdiğimiz düşünürlerin tanımıyla hegemonik bir güç ola­rak olmak için küresel sistemin yükünü taşıma iradesi ve kapasi­tesine henüz sahip değil. Çin’in yükselişinin ABD’nin finansallaş­ma süreciyle eşzamanlı gerçek­leşen bir hegemonik geçiş olması için Çin’in norm koyucu ve küre­sel kamu mallarını/hizmetlerini sağlayıcı bir role geçmesi gerekir. Bu da ancak içeride bir siyasi dö­nüşüm ve dış politikada daha kap­sayıcı bir stratejiyle mümkün. Ek olarak, Çin’in “zorlayıcı güç” stra­tejisi (örneğin Tayvan politikası ya da dijital denetim ihracı), uzun vadede hegemonya üretmek yeri­ne kendisine karşı blokların güç­lenmesine neden olabilir.

Sonuç olarak, küresel ölçekte çok şiddetli bir yapısal kriz yaşa­dığımız kesin. Yukarıda referans verdiğim düşünürler bu yapısal krizde hegemonya döngülerinin önemine ve bu döngülerden biri­nin sonuna gelmemizin yarattığı boşluğa işaret ediyor. Bence hem Çin’in küresel ölçekte gelecekteki konumuna, hem de Trump yöneti­minin izlediği politikalara bu çer­çeveden bakmakta fayda var.

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar
ABD ve Çin… 16 Nisan 2025
Sonumuz benzemesin… 09 Nisan 2025
Basit ama zor… 26 Mart 2025
Tarih tekrar eder mi? 26 Şubat 2025
TÜSİAD vs MÜSİAD 19 Şubat 2025