Haydarpaşa Garı’na baktım da…
Uzun zamandır vapur ile karşıya geçmemiştim; tıpkı çok eski yıllarda olduğu gibi kenarda oturup püfür püfür esen rüzgârın ve deniz kokusunun keyfini çıkara çıkara İstanbul’u seyrettim, anılara daldım… Anılar güzeldi güzel olmasına da değişen siluet yürek burkucuydu...
Neyse ki Haydarpaşa’nın önüne gelmiştik, kulelerine onarım için kurulan iskeleler bana 2018 yılı sonunda Gebze-Haydarpaşa banliyö trenlerinin seferlere başlayacağı haberini anımsattı. Marmaray'daki metro araçları çalışacaktı orada. Ankara'dan kalkan bir yüksek hızlı tren Pendik'te kalmayacak Haydarpaşa'ya kadar gidebilecek, bazı vagonları da Avrupa yakasına ulaşacaktı. Ankara'dan veya ülkemizin başka bir yerinden İstanbul'a gelen yüksek hızlı tren yolcusu ister Asya yakasında ister Avrupa yakasında nereye gitmek istiyorsa oraya kadar gidebilecekti… Bu, çok güzel bir haberdi…
Sonra, o yangını anımsadım… Pazar akşamüzeriydi, çok ağlamıştım. Gözyaşlarım sicim gibi yanaklarımdan aşağıya akmıştı… Televizyonun karşısındaydım… Ekrandaki görüntülerde Haydarpaşa Garı’nın çatısı yanıyordu. Babamın Kadıköy’e yolculuklarımızda vapurdan gösterdiği o en üst kattaki oda da yanıyordu. “İşte şu pencereleri görüyor musun? O odada kaldım şu kadar sene” diye anlatırdı. “Hani saatin şu tarafındaki pencere…” Orası cayır cayırdı. Haliç’te güneş batıyor, gökyüzü kararıyor, Haydarpaşa Garı üzeri ise alevlerden aydınlanıyor, durmaksızın kızıla boyanıyordu.
O pencere ile birlikte sanki babamın Zincirlikuyu Mezarlığı’ndaki kemikleri yanıyordu, benim içim kavruluyordu. Ağlıyordum… Hiç unutmamış, hiç üşenmemiş her defasında göstermişti o pencereyi, sanki benim evimin bir parçasıydı, o kadar tanıdıktı, o kadar bana aitti…
Gitmişti, yok olmuştu…
O pencerenin arkasından İstanbul’a hiç bakamamış, o odada hiç kalamamıştım; olsun… Ama babamın gördüklerini, hayal ettiklerini, bugünkü benden çok genç olduğu o yılları hep düşlemiştim. Ne kadar benimsemiş, ne kadar içine işlemiş olmalıydı ki o pencereyi, o odayı hep güzel bir hatıra olarak anlatmıştı…
Ve ben, yarım asırlık anılarımdaki İstanbul’da yitirdiğim birçok şeyin yanına o odayı da katacaktım. Babam da yoktu ki bir kez daha anlatsın bana, daha bir cankulağıyla dinleyeyim, belleğime dövme edip kazıyayım o pencereyi, o odayı…
Hiçbir şey yapamadığıma, etkili yetkili kimsenin bir şey yapmadığına yanarak ağlamıştım. Gökyüzünü yalayan alevleri yüreğimde, beynimde hissederek gözyaşları dökmüştüm…
Baudelaire’in dizeleri geçmişti aklımdan: “Tuhaf insanlar trenlerde ve garlarda bulunur.” Bir de Nâzım Hikmet’in “Memleketimden İnsan Manzaraları” şiirinin ilk mısraları:
“Haydarpaşa garında
1941 baharında
saat on beş.
Merdivenlerin üstünde güneş
yorgunluk ve telâş
Bir adam
merdivenlerde duruyor
bir şeyler düşünerek.
Zayıf.
Korkak.
Burnu sivri ve uzun
yanaklarının üstü çopur.”
Haydarpaşa Garı, iki defa daha yangın tehlikesi atlatmıştı… İlki, I. Dünya Savaşı’nda Anadolu’ya sevk edilmek üzere gar binasında depolanan cephanelerin, 6 Eylül 1917 günü yapılan bir sabotaj sonucu infilak ederek muazzam bir yangın çıkarmasıyla yaşanmıştı. Gar binası ve garda harekete hazır bekleyen ve gara girmekte olan cephane ve asker dolu çok sayıda vagon da bu arada yok olmuştu.
İkincisi, 15 Kasım 1979 tarihinde ise Haydarpaşa mendireğinin biraz açığında akaryakıt yüklü “Independenta I” adlı tankerin diğer bir gemi ile çarpışması sonucu meydana gelen şiddetli patlama ve hararetten binanın “O Linneman” usta tarafından gerçekleştirilmiş olan çok değerli kurşunlu vitrayları hasara uğramış ve bu olaydan sonra onarılmıştı…
Neyse ki Haydarpaşa Garı bugün de onarılıyor ve 2018’de yeniden hizmete girecek; biz gar yolcuları da anılarla değil, garın içinden geçmenin keyfiyle İstanbul’u yaşayacağız…