Hayal ve ter
Bir anı
Bizim gençliğimizde bir dönem oyun salonları yaygındı. Bu salonlarda çoğunlukla langırt, ya da masatopu denen oyun masaları ve "tilt" makineleri vardı. Okul çıkışlarında ya da hafta sonları giderdik buralara. Ben langırt oynamayı severdim. Kendime göre bir stil geliştirmiştim, fena da oynamazdım.
Okuldan kaçanlar da oyun salonlarına gelirdi. Hele soğuk kış günlerinde en uygun barınaklardı. Daha sonra bu salonlar velilerden tepki toplamaya başladı. Sonunda bu salonlar kapatıldı.
Amerika'da ilk gördüğüm bir çok şeye şaşırma fırsatım olmuştu. Yine böyle bir fırsat çıkmıştı. Bana okulu gezdiren Türk arkadaşım turun sonunda "Gel sana oyun salonumuzu da göstereyim. Bir iki el de langırt oynarız" demişti. İnanamamıştım; salona girerken yasak bir yere giriyorum diye çekinmiştim.
Langırt masasını görünce şaşkınlığım sevince dönüşmüştü. Arkadaşımla epey langırt oynamış, hasretimi gidermiştim. Sonra beni başka bir endişe almıştı. "Nasıl gayri ciddi bir üniversite ki burası, oyun salonu da koymuşlar "diye düşünmüştüm. Ama bu endişem dersler başlayınca, hele hele de ilk ara sınavlardan sonra kaybolmuştu.
Derslerin o yoğun temposu içinde fırsat buldukça oyun salona gider stres atardım. Langırt konusunda oyun salonunda isim yapmaya(!) başlamıştım. Derken bir gün salonda bir duyuru gördüm. Bir langırt turnuvası düzenlenmişti. Turnuvaya bir Türk arkadaşla katıldım. Birincilik hakkımız(!) diye düşünüyorduk. Çünkü langırt, futbolun masada oynananı idi adeta. Futbol Amerika'ya daha yabancı idi. Biz ise çok yaygın olduğu bir yerden geliyorduk. "Gençliğimiz oyun salonunda bunları oynayarak geçti" şeklinde reklamlara da girmiştik. Ama turnuvada ikinci olabildik. Çünkü karşımıza İranlı bir çift çıktı ve bizi yendi. Fazla üzülmedik, çünkü en azından bizi yenenler Amerikalı değildi.
Turnuva sonunda şampiyon İranlılar'dan birisi yanıma geldi. "Milwaukee'de 30'dan fazla üniversite ve kolejin katılacağı bir turnuva var. Bizim üniversite de katılıyor. Ancak benim takım arkadaşımın doktora sınavı var. O gelemeyecek. Onun yerine geçer misin?" dedi. Değişik bir deneyim olacaktı benim için, kabul ettim.
Üniversite her şeyi planlamıştı. Bize bir araba tahsis ettiler. Milwaukee'de kalacak yerimizde ayarlanmıştı. Giderken yolda düşünüyordum. Karşımıza başka bir Ortadoğulu takım çıkmazsa şampiyonluğumuz garanti idi.
Gittik ve yenildik. Şampiyonada yalnız Amerikalılar yoktu. Amerikan okullarında okuyan yabancı öğrenciler de vardı. Ama şampiyon Amerikalı bir takım idi. Aslında şampiyon tekti. Turnuvayı, şampiyon olan takımın iki kişisinden ileride oynayan Amerikalı çocuk kazanmıştı. Mükemmel oynuyordu. Topu ileri üçlü de eline geçirdiğinde onu durdurmak hemen hemen olanaksızdı. Yaptığı numara basitti; çekiyor ve vuruyordu. Ama onu öyle bir hızla yapıyordu ki... Biz dahil önüne çıkan her takımı yendi. Turnuva sonunda gidip tebrik ettim kendisini. "Merak ediyorum, bu mükemmelliğe nasıl eriştin?" dedim. Delikanlı güldü ve "Basit" dedi. Önce bu turnuvada birinci olmayı hayal ettim Sonra da çalıştım." Ne kadar çalıştın diye sordum. "Son 6 aydır, günde 6 saat."
Bir yorum
Yukarıdaki öyküye herkesin tepkisi faklı olabilir. "Hadi canım, değer mi? Alt tarafı oyun, hem de langırt. Demek adamın boş zamanı çokmuş" diyenler de çıkabilir. Ama Amerikalı genç, başarı için sağlam bir reçete vermişti. Önce hayal etmiş, hedefi kafasına koymuştu. Sonra da hedefe varmak için ödemesi gereken maliyeti ödemişti; çalışmıştı, ter dökmüştü.
Şimdi çevremdeki bazı gençlere bakıyorum ve üzülüyorum. Amerikalı öğrencinin langırt konusundaki ciddiyetinin onda birine bile rastlamıyorum. Bir kısmı yaşama dair bir hedef koymamışlar kendilerine. Hayal kurmamışlar, kurmuyorlar. Bir diğer kısım genç de tam anlamıyla hayal görüyor. Maliyetini ödemeden, ter dökmeden hedeflerine varacaklarını, köşeyi döneceklerini sanıyorlar. Başarısızlığı görünce de işi şansızlığa yoruyorlar. Ya da "Bir dayın olacak" diyorlar. Halbuki başarı için iki vazgeçilmez şey var: Hayal ve ter.