Havlu atmamak için...

Adnan NAS
Adnan NAS ASLINA BAKARSANIZ adnan.nas@stfa.com

Bir türlü olgunlaşıp oturmayan siyasal sistemimiz, çevresinde patlayan onca kavga ve komplonun gürültüsü ile gündemin ufkunu kapatırken aslında bundan çok daha önemli ve sadece bugünün değil, geleceğin gündemlerinde de yeri olacak konulardan sözetmek kolay değil. Oysa bugün pek çoğumuza hayat memat sorunu gibi görünen problemler pek de uzak olmayan bir gelecekte aşıldığı hatta unutulduğu zaman, son otuz yılda şu veya bu nedenle hep ertelediğimiz ya da görmezden geldiğimiz yapısal kapasite yetersizliği ya da ekonomik dönüşüm ihtiyacı hala olanca canlılığını koruyor olacak. Üstelik giderek kronik bir darboğaz haline gelmekte olan cari açığın finansmanı sorunu, istemesek de, bu ihtiyacı erkenden gündemimize taşıyacak gibi görünüyor. Koşullar ve fırsatlar ise zaman içinde sürekli ve muhtemelen hazırlıklı olmayanların aleyhine değişeceğinden temel amaç, işin gereğini yapma konusunda havlu atacak kadar geç kalmamak olmalı...

Cari açık ve doğrudan yatırım

2001 krizi ve 2002 seçimleri sonrasında sağlanan istikrar ve güven ortamında düzelen makroekonomik dengeler ve yatırım ortamında sağlanan nispi iyileşme, küresel büyüme ve likidite bolluğu ile birleşince Türkiye ilk kez dünya çapındaki sınırötesi yatırım sermayesinin yüzde 1'ini aşan ölçüde doğrudan yatırım çekerek istikrarlı bir büyüme dönemini, rahat finanse ettiği bir cari açık sayesinde gerçekleştirebilmiştir.

2006 yılında dış yatırım girişleri açısından dünyada ilk 20'ye ve gelişmekte olan ülkeler arasında ilk 5'e girmemizi sağlayan bu performans da, on yıllar boyunca dışa kapalı kalmış bu ölçekte bir ülkenin potansiyeli ile karşılaştırıldığında ancak ılımlı olarak nitelendirilebilir. Ancak hem küresel koşullarda, hem de iç istikrarda 2007 ortalarından itibaren başlayan radikal ve negatif dönüş, 2008'den itibaren böyle bir performansı bile bir daha yakalayamayacağımızı işaret ediyor.

Ayrıca dikkat edilmesi gereken bir nokta da 2006 ve 2007 yıllarında sağlanan bu yatırım girişlerinin büyük bölümünün özelleştirme ya da şirket hissesi veya kurulu tesis satınalması şeklinde gerçekleşmesi, sıfırdan yatırımların (genişleme yatırımları da dahil) en yüksek olduğu 2007'de bile ancak yüzde 10'a ulaşmasıdır. Oysa UNCTAD'ın 2007 Dünya Yatırım Raporu'nda sıfırdan yeni yatırımlarda gelişmekte olan ülkelerin tercih edildiği belirtiliyor. Anlaşılan Türkiye henüz tamamlanmamış yapısal reformları, tümüyle sürdürülebilirlik güvencesi veremeyen makroekonomik dengeleri ve yavaşlamış görünen AB süreci dolayısıyla hala risk puanı yüksek görülen ve Uzakdoğu ülkeleri, Rusya ve hatta Latin Amerika ülkelerine oranla daha az tercih edilen bir yatırım yeri durumunda. Küresel yatırımcı, Türkiye ile ilgili olarak, riski tümüyle üstleneceği sıfırdan yatırımlar yerine pazar payı ve deneyimi olan şirketler ile birleşme ve satınalma işlemlerini tercih etmeye devam edecek gibi.

Şirketlerimiz rekabetçi ve dünyaya açık olmalı

Büyümeyi kalıcı olarak finanse edecek bir ekonomi için gerekli olan düşük reel faiz, şimdilik ufukta görünmediğine ve iç tasarruf düzeyi yetersiz olduğuna göre, iç dinamiklere ve yurtiçi katma değer artışına yönelik bir ekonomik dönüşüm programı uygulayabilmek için uzunca bir süre dış kaynak girişimi sürdürmek ve bunun gereğini yapmak şart görünüyor. 2006'da ve 2007'de cari açığın yüzde 60'ını karşılayan doğrudan dış yatırımların bu rolünü sürdürmesi, petrol ve emtia fiyatlarındaki yükselme nedeniyle yüzde 40 tan fazla artması beklenen cari açık düzeyinde çok zor. Yine de gelecekte daha ağır sorunlarla karşılaşmamak için bütün gücümüzü doğrudan dış yatırım çekmeye, bu açıdan cazibemizi artırmaya odaklanmalıyız.

Ancak bu konuda, sıkça değindiğimiz yapısal ve kurumsal zaaflar dışında ilginç zihinsel barikatlarımız da var gibi. Aslında ülkenin potansiyeline göre ılımlı bulduğumuz yıllık 20 milyar dolarlık dış yatırım bile, uzun süren kapalı ekonomi yıllarının alışkanlığıyla olsa gerek, küresel sermaye karşıtı bir kamuoyu oluşmasına ve kurumsal karşı refleksler (yargı kararları gibi) doğmasına yetti. Oysa artık içe kapanmak ve uluslararası sistemden kendimizi soyutlamak mümkün de değil, yararlı da. Bankacılık sistemimiz de şirketlerimizin büyüme çabalarını karşılamaya yeterli güçte değil. Ülkenin çıkarı hem dışarıdan sermaye gelmesine, hem de Türk şirketlerinin dışarı açılması ve dış pazarlardan pay almasına bağlı. Şirketlerimizin sermaye yapılarını ve kurumsal kapasitelerini güçlendirmelerinin etkin bir yolu da yabancı ortaklıklarından geçiyor. Üstelik sık sık örneklerine rastladığımız gibi bunun için mutlaka çoğunluk hissesi devri de gerekmiyor.

Dış yatırımcıya karşı tedirginliği aşmada hatırlanacak bir nokta daha var. Küresel ya da sınır ötesi yatırımcı şirketlerin, bireylerden farklı olarak bağımsız oy güçleri yoktur. Bu açıdan, siyasi sorun yaşadığımız yabancı hükümetlerin, kendi seçmenlerinden ve kamuoylarından etkilenen kısır ve olumsuz politikalarına karşı bir denge ve kendi lehimize destek sağlamanın kalıcı bir yolu da o ülkelerden gelecek ve Türkiye'de risk alacak (yani elini taşın altına sokacak) yatırım sermayesini mümkün olduğu kadar ülkeye çekmek olmalıdır.

 

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar
Seçim biter, kriz bitmez 02 Temmuz 2019
Yolun sonuna geliyoruz 11 Haziran 2019