Hassas bir noktadayız
Geçen hafta Türkiye ekonomisinin içinde bulunduğu durumu kastederek, “Neredeyiz?” diye soranlara “Hassas bir noktadayız.” diye cevap veriyordum. Bu cevabı, yalnızca IMF İcra Direktörü Christine Lagarde’ın bu hafta Amerikan Odalar Birliği’nde (US Chambers) yaptığı konuşmayı dinlediğimden vermedim. Lagarde’ın konuşmasının başlığı da böyleydi nitekim: “Hassas bir noktadayız” (“A delicate moment”). Dünya ekonomisi hassas bir süreçten geçerken, biz, Türkiye ekonomisinin daha da hassas bir süreçten geçmesi için hassaten çaba harcıyoruz sanki. Etrafa bakınca gördüklerim beni böyle düşündürüyor. Bilhassa, nasıl manasız bir çaba içinde olduğumuzu özellikle anlatmak isterim.
Lagarde, “Küresel yavaşlamaya ve olası sürprizlere hazır olun” dedi
2019, olası iktisadi performansı ile 2018’in tam tersi olacak gibi duruyor. 2018 yılında, dünya ülkelerinin yüzde 75’i küresel canlanmaya bir biçimde pozitif katkı sağlamıştı. Yani, dünyanın yüzde 75’inin büyüme oranlarında pozitif değişim olmuştu. 2019 yılında ise ülkelerin yüzde 70’i bir tür küresel yavaşlama süreci içinde olacakmış. Resesyon filan değil, yavaşlama. Nedir? Dünyanın yüzde 70’inde, büyüme oranları bir önceki döneme göre yavaşlayacakmış.
Ama öyle anlaşılıyor ki, Türkiye ekonomisi bu genel eğilimin dışında kalacak. Bu hafta açıklanacak küresel büyüme tahminleri yavaş yavaş dışarı sızmaya başladı. Buna göre, 2019 yılında Türkiye ekonomisi için yüzde 2,3 civarında bir küçülme bekleniyor. Kur şokunu yedikten sonra seçim nedeniyle bir türlü ciddileşememenin faturası, bu içinde bulunduğumuz durum.
Özellikle, Almanya dahil olmak üzere, Avrupa Birliği ülkelerinde 2019 yılında ekonomik büyümenin yavaşlaması, Türkiye ekonomisinin toparlanma sürecini kolaylaştırmayacak, zorlaştıracak. Brexit süreci ve Trump merkezli ticaret savaşlarının Türkiye ekonomisini doğrudan olumsuz etkileyecek faktörler arasına yazılması gerekiyor. Her iki konuda da doğrusu Türkiye çok cesur bir duruş sergiliyor. Konu bizi ilgilendirmezmiş gibi yapıyor.
Ama doğrusu ya, ben, merkezi Batı ülkelerinde yaşlanan nüfusun bundan böyle küresel dengesizliklerin ana kaynağı olma eğiliminin güçlenerek devam edeceği kanaatindeyim. Türkiye için imkanlarla dolu ilginç bir dönemden geçiyoruz.
Peki, hayatımızı bilhassa zorlaştırmak üzere nerelerde yanlış yaptık, bu hafta, durumu nasıl düzeltmeliyiz?
Dünya ekonomisi her an her şeyin olabileceği bir belirsizlik dönemine girerken Türkiye’nin, giderek içinden çıkılmaz hale gelen ulusal dengesizliklerini nasıl bir ekonomi politikası izleyerek ele alacağını doğrusu hala bilmiyoruz. Çarşamba günü yapılacak açıklamayı beklerken aklımdaki bir kaç noktanın altını çizeyim. Bunların cevaplarına bakacağız, doğrusu.
Öncelikle, bugünlerde, en çok, “Paramı ne zaman geri alabileceğimi bilmediğim bir yere, neden para yatırayım ki?” sorusuna maruz kalıyorum. Adamlar haklı. Sıcak paranın temel özelliği hareket kabiliyeti ve biz Londra’daki swap hadisesiyle tam da bu hareket kabiliyetini ortadan kaldırıp, portföy yöneticilerini dünkü pozisyonlarında SeddülBahir bataryası gibi hareketsiz hale getirdik. Bu küfür gibi bir şey, sistem içinden baktığınızda. Diyeceksiniz ki; onlar iyilik yapmıyor, kötüler. Pardon ama, siz uluslararası sermayenin bu en acımasız ve gözü kara bölümüyle, sıcak paracılarla iş tutarken onları bir nevi Kızılay gönüllüsü filan mı zannediyordunuz?
İkincisi, piyasaların Türkiye konusunda sakinleşmek için ihtiyaç duyduğu programın, ekonominin ötesinde unsurları da içeren çok yönlü bir program olması gerekiyor. İktisadi istikrar kadar, hukukun üstünlüğü ve demokrasi normları ile mahkemelerin ve idarenin etkin işleyişi de son derece önem taşıyor.
Hukukun üstünlüğü ve demokrasi konularında, son yerel seçimler önümüze gollük bir fırsat getirdi yabancı yatırımcılar açısından. İktidar blokunun büyük şehirlerde belediye başkanlığını kaybetmesi ve bunun o cenahta neden olduğu derin şaşkınlık ve karışıklık, Türk demokrasisinin sağlık göstergesi olarak mutlaka tescil edilmeli. Her seçimden sonra, sandık sayım sonuçlarına itirazlar olur. Bu itirazların bu kez de hukuk normları ve yerleşik teamüller içinde kalınarak, kuralına uygun bir biçimde Yüksek Seçim Kurulu (YSK) tarafından hükme bağlanması da son derece önemli. Türkiye’nin önüne sunulmuş bu nimetin heba edilmemesi bana son derece önemli geliyor iktisadi istikrar açısından. Bir nevi, bir taşla bir kaç kuş. Yoksa önümüz yokuş bile değil.
Üçüncüsü, ben IMF ve Dünya Bankası Bahar Toplantısı Vaşington’da başlarken, bizim gibi ülkelere yönelik ana mesajın “Düşük faizli kredi akımına dayalı kolay büyüme dönemi artık bitti, bilmem anlatabiliyor muyum?” olduğu kanaatindeyim. Her ülkenin, özellikle Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerin, verimlilik artışlarına ve inovasyona dayalı bir büyüme süreci üzerine düşünmesi gerekiyor.
Her ülke kendisi için neyin iyi olduğunu kendisi bulacak ama Türkiye için burada önemli olan husus sanırım şudur: Türkiye, uzun dönemde ağırlıkla iç göçe dayalı olarak büyüdü. Kırdan kente gelip, hizmetler sektörü ve sanayide çalışmaya başlayanların verimliliği ortalama üç kat arttı. Türkiye bunun için büyüdü. Şimdi tüm sektörlerde aynı anda verimlilik artışlarına katkıda bulunacak, yeni teknolojilere dayalı bir büyüme süreci tasarlamamız gerekiyor. Öncelikle teknoloji seçimine yönelmemiz gerekiyor. Artık sektör seçme devri bitti. Dijitalleşme ve yeni teknolojilerin mevcut iş gücü stoku için işsizlik artışı demek olduğunu bildiğimize göre, bölgesel ve ulusal eşitsizlikleri bu teknolojik dönüşüm sürecinde doğru yönetmemiz de gerekecek. Eskinin kırık dökük sosyal yardım ve eğitim-sağlık destek sistemini, şimdi bütünüyle elden geçirmemiz gereken hassas bir sürecin içindeyiz.
Şimdi hassas bir noktadayız. Uzun süredir ertelediklerimizi yapmak, almadığımız kararları almak zorundayız. İllüzyon dönemi bitti artık. Dış politikadan ekonomiye, güvenlikten eğitime her alanda artık sabrın sınırına geldik. Seçimden çıkan dersleri değerlendirmek için daha dört yıldan uzun bir süre var. Telaşa mahal yok. Şimdi çok işimiz var ve herkesin gözü hakikaten üzerimizde.