Hanehalkı borçluluğu göreceli olarak düşük mü?
Ülkemizde uygulanan politikaları destekleyenler veya konumu gereği desteklemek zorunda kalanlar, genel yaklaşımı meşrulaştırmak adına bir dizi varsayımın arkasına saklanmak zorunda kalıyorlar. Hanehalkı borçluluğunun göreli olarak düşük seviyede olduğu iddiası da bu varsayımlardan önemli bir tanesi olarak karşımıza çıkıyor. Zira hanehalkı borçluluğunu Türkiye'nin kendi iç dengelerine göre aşırılık sınırlarını zorladığını kabul eder iseniz, mevcut politikaların sorunları ağırlaştırmaktan başka bir işe yaramayacağını da kabul etmek zorunda kalırsınız. Bu duruma düşmemek için konuyu bir varsayımla geçiştirir, sorgulayanları görmezden gelir ve bildiğinizi okuyarak sorunları ağırlaştırmaya devam edersiniz... Hatta Merkez Bankası Başkanı'nın dile getirdiği gibi hanehalkı borçluluğundaki göreli düşük seviyenin, küresel krizin yansımalarına karşı direnç gösterilmesine destek olduğunu iddia edebilirsiniz!..
Ülkemizde bankalara veya diğer mali kurumlara borçlu birey sayısı 2002 yılında yüzde 4,3 iken, bugün yüzde 30 düzeyinin üzerine çıkmıştır. Bu durum bireysel bazda gelir harcama ilişkisini bozarak tasarrufları negatife çevirmiş fakat sürdürülebilir olmasa da iç talebi uyarmıştır. İç talep artışı vergi gelirlerini yükselterek bütçe açığını oransal olarak geriletmiş, bireysel kredilerden yaratılan gelirler ise mali sistemin yeniden sermayelenmesini mümkün kılmıştır. Ülkemizdeki mali disiplinin arttığı görüntüsü, kamu harcamalarını kısmak veya özelleştirme adı altında varlık satışı yapmaktan çok hane halkının gelirinden çok harcama yapması ve borçlanması sayesinde elde edilmiş bir sonuçtur. Eğer hanehalleri borçluluğunda aşırılık sınırına gelindi ise kamu açıklarının büyümesi, bankaların sermayelerini eritmesi, ekonomik daralmanın dalga dalga büyümesi kaçınılmazdır. Zira sermaye hareketinin de yön değiştirmesi söz konusudur. Hal böyle olunca yüzde 30'u aşan hanehalkı borçluluğunun göreceli olarak düşük olduğunu iddia etmek gerekmektedir.
Eğer Türkiye Ekonomisi'nin rekabet gücü artıyor, yoksulluk sınırının altında yaşayan birey sayısı azalıyor ve gelir dağılımı düzeliyor, istihdam seri bir şekilde yükseliyor ve kayıtdışılık azalıyor, bütçe açığı ile birlikte cari açık da küçülüyor olsa idi yüzde 30'luk orana rağmen hanehalkı borcululuğunun göreceli olarak düşük olduğunu kabul edebilirdik. Saydığımız eğilimlerin tam aksi yaşanır iken hanehalkı borçluluğunun anormal bir hızla söz konusu orana gelmiş olması aşırılıktır, yanlış politikaların sebep olduğu genel bir şuursuzluğun doğal bir sonucudur; asıl önemlisi aynı şekilde devam etmesi olası değildir.
Küresel düzeyde zorunlu ihtiyaç maddesi fiyatlarının 2000'li yıllar boyunca yükseliyor olması bile tek başına bu varsayımın sorgulanmasını gerektiren tercih değişikliklerini gerektiren bir durumdur, zira yoksulluk sınırının altında yoğunlaşmayı zorlayan ve sorunlu kredi hacmini artıran ve küresel talebi daraltan çok tehlikeli bir eğilimdir. Bireysel kredileri geri dönüş sorunlarındaki artış da bir uyarıdır, borç yapılandırarak konuyu geçiştirmek iyiniyet sayılamaz, ve bazı makamları işgal edenlerin görevlerinin gereğini yaptıkları anlamına gelmez.
Türkiye kronik olarak cari açık veren, başka bir deyişle net tasarruf açığı olan bir ülkedir. Bu durum çok uzun bir süredir değişmeyen politikaların bir sonucudur ve sorunların daha da ağırlaşmaması için acilen değişmesi gerekmektedir. Ancak ülkemizi temsil eden etkili ve yetkili kesimler malum yerlerden onay gelmediği sürece eski yaklaşımlara devam etmekte, gerçeği yansıtmayan varsayımları kalkan yaparak masal anlatmaktadır...
Türkiye, kendi bünyesindeki tüm eğilimler ile birlikte değerlendirildiğinde hanehalkı borçluluğunda aşırılık sınırını aşmış bir ülkedir; sermaye kesimi ve onlara hizmet edenler bu gerçeği en son ve iş işten geçtikten sonra kabul edebilecek kesimlerdir. Gerçek dışı bir varsayıma bağımlılık, belirsizlik ve kırılganlığın çok yüksek olduğu ve artmaya devam ettiği anlamındadır.