Hamlet ve Richard II
Kantorowicz’in Richard II analizini kısaca hatırlayabiliriz. Shakespeare’in Richard II’si “kralın iki vücuduna” bir artistik örnek olarak kullanılmıştı. Sonuçta “iki vücut” yekpare kalamıyor ve parçalanıyordu. O kadar ki Richard II kralın tahttan feragat ederek insan vücuduna –natural body- indirgendiği, body politic’in yitirildiği anı kralın Kral’a ihaneti olarak –bir anlamda kendi kendisine- yorumluyordu. Ancak daha da ötesi gerçekleşiyor, yeni bir body natural doğarken yeni bir body politic de doğuyordu.
Burada ilgi çekici olan noktalar var. Kantorowicz’in Shakespeare oyunlarını derleyerek basan John Dover Wilson’un yazdığı önsöze verdiği referans önemli. Essex Lordunun isyan etmeden önce oyunun Globe Theatre’da taraftarlarının önünde oynanması için talimat verdiği, isyan başarısız olduktan sonra yargılanma sırasında büyük hukukçular Sir Francis Bacon ve Sir Edward Coke’un oyunun siyasi anlamını tartıştıkları ve Elizabeth I’in “Richard benim, bunu bilmiyor musunuz?” dediği naklediliyor. Kantorowicz oyunun hep siyasi bir oyun olarak algılandığını ve 1680’lerde kral Charles II tarafından yasaklandığını ekler.
Öte yandan Sean Kelsey yargılanması sırasında Charles I’in oyuna gönderme yaptığını yazıyor. Richard II en azından iki monark, Elizabeth I ve Charles I tarafından kendileriyle özdeşleştirilen bir artistik-politik kurgusal karakter olarak beliriyor.
Plowden referanslarının ilginç oldukları aşikâr olmakla beraber, Lorna Hutson’un Plowden, Coke ve Edward Hake gibi dönemin “equity” üzerine yazan hukukçularına dayalı Richard II incelemesi 16. Yüzyılın sonuna doğru Tudor kuramının Common Law tarafından aşılmaya ve reddedilmeye başladığını gösteriyor.
Ancak Kantorowicz kitabını Schmitt’in favori Shakespeare karakteri olarak Hamlet’i göstermesinden sonra yazmıştı. Burada gerçekten de Schmitt öncü, Kantorowicz ise cevap veren durumunda olabilir. Victoria Kahn son derece ilgi çekici iki makalesinde Kantorowicz-Schmitt bağlantısını II. Richard ve Hamlet üzerinden kurar. Kantorowicz’in Maitland ve von Gierke’nin daha önce ortaya koyduğu “kurum/şirket olarak kral” tezi, yani “iki vücuda” götüren Tudor kuramı çok önemlidir çünkü Kantorowicz’in bu vurgusundan yola çıkarak anayasacılığa varmak mümkündür. Modern siyasetteki başkan sole corporate olarak kraldan, meclis curia regis ve regis ecclesiae’den, başkanlık sisteminin işlemesi için olmazsa olmaz olan kurallar ve centilmenlik anlaşması Magna Carta’dan gelir. Kralın tek başına bir kurum/şirket olması –corporation sole veya sole corporate; body politic- İngiliz hukuk tarihini derleyen Sir William Blackstone’un “küçük cumhuriyet” dediği ve von Gierke’nin Almanya tarihinden yola çıkarak yaygınlaştırdığı dernekçilik/şirketçilik akımı olarak von Gierke’de ortaya çıktığı şekliyle zaten Schmitt’in de hedefinde olmuştu. Kantorowicz’in de, zaten Maitland’ın vurgulamış olduğu bir olguyu, Common Law’un Roma hukukundan –ve dolayısıyla Blackstone’un dipnottaki alıntıda da ifade ettiği gibi Canon Law ve ius commune’den- tamamen farklı olmadığını açıkça ifade ettiğini ekleyebiliriz.
Bu noktada Roma hukukunun özgürleştirici niteliği ortaya çıkar çünkü Roma hukuku “küçük cumhuriyeti” şirket/sosyete/kurumda bulmuş ve egemenin kişiselleşmesini sınırlayarak, tüzel kişilik kavramı yoluyla, gelecekte hiçbir “egemenin” tek bir şahıs olmamasının yolunu açmıştır.
Konuyu en iyi formüle edenlerden birisinin Claude Lefort olduğu kanısındayız. Lefort, “demokrasi bildiğimiz sistemler içinde siyasi gücü boş bir alan olarak gösteren tek sistemdir; gücü kullananlar ona (kişisel olarak) sahip değildir” diyerek vurucu bir noktaya değinir. Elbette bu tez Schmitt’in benimsemediği bir tezdir.
Schmitt’in Hamlet’inden bahsetmedik. Nispeten geç bir tarihte, 1956’da kaleme alınan bu kitap belki bir sanat eleştirisi şaheseri değil fakat önemsiz de sayamayız. Schmitt’in estetiği teknolojinin her yere yayılmasıyla bağlantılandırması ve eş zamanlı olarak sekülarizasyonun sonucu olarak mitin kaybolmasını, politikanın rasyonalleştirilerek özünün yitirilmesini aynı sürecin farklı yüzleri olarak görmesi tanıdık geliyor.
Bazı Frankfurt Okulu temalarına rastlamak şaşırtıcı değil. Elbette bu bakışın liberalizm –ve liberal demokratik devlet/normatif hukuk- eleştirisi oluşturması da şaşırtıcı olamaz.
Sonuç olarak 1920’ler Avrupa’nın liberal demokratik döneminin bittiği, çöküşün ayak seslerinin hem SSCB’de hem başkaldıran sömürgelerde hem de bizzat Avrupa’nın kalbi olan Almanya’da işitildiği yıllardı. Bu yıllara sadece faşizmlerin yükselişi veya işçi sınıfının devrim yapamayışı –Marksist sosyalizmin açmazları- açılarından bakmak son derece yetersiz kalacaktır. Bu yıllar Avrupa’da muhafazakâr, Aydınlanma karşıtı ve sonunda –20. Yüzyılın başı için- “yeni sağ” olacak kültürel alt akımların olgunluğa erişerek, bir kitlesel olgu olarak sahneye çıktığı dönemdi. İşçi hareketlerine odaklı sol bakışın, zaman zaman, aynı yıllarda,1885-1914 arasında faşizm öncesi “yeni sağın” da kitleselleşmeye başladığını, entelektüel açıdan hazırlanmakta olduğunu dikkate almadığı kanısındayız.
Schmitt, 1929 yılında kaleme aldığı bir yazıda bu temaları geliştirir. Daha baştan “biz Orta Avrupa’da Rusların bakışı altında yaşıyoruz” demesi net biçimde semptomaldir ve ister Alman “muhafazakâr devrimcilerinden” hoşlansın, ister hoşlanmasın, Schmitt’in bir Ernst Jünger ve bir Ernst Niekisch ile aynı kaygıları paylaştığını gösterir. 16. Yüzyılın teolojik, 17. Yüzyılın metafizik, 18. Yüzyılın moralist, 19. Yüzyılın ekonomik ve geçici bir isimlendirmeyle 20. Yüzyılın teknolojik olarak nitelendirildiği, her yeni dönemde geride kalan dönemin temel kavramlarının etkisizleştirildiği, aslında 17. Yüzyıldaki büyük kırılmayla – “Batı rasyonalizminin kahramanlık dönemi”- dinler savaşından kaçışın evrensel bir nötralite aradığı tezleri arka arkaya ileri sürülür.
Önemli olan şudur: Batı, politik gücün gizeminden –corpus mysticum- kaçmakta ve kendisine normatif hukukta, Juan Donoso Cortés’in adını koyduğu tartışma ortamında –burjuvazi: una clasa discutidora- bir korunaklı alan aramaktadır. Daha ileri giderek liberal demokrasinin bir uzantısı olan parlamenter demokrasinin düşman/dost ayrımını ortadan kaldıracak bir “tartışma” zemini, siyasi görüşleri açıklama özgürlüğünün bir kelime jonglörlüğü olduğu ve gerçek sorudan –politik gücün şahsileşmesi gereken doğası ve yetkileri; egemenlik- kaçma arzusu olduğunu iddia etmek Carl Schmitt’in düşüncesine aykırı olmayacaktır.