Habertürk ve CHP’nin ortak noktası…
Geçtiğimiz hafta, medya ve politika dünyasını sarsan en yoğun tartışma konuları, hiç kuşkusuz Habertürk grubu ile ilgili ortaya çıkan ses kayıtları ve CHP’nin çalkantılı aday belirleme süreciydi. Bence her iki tartışmanın aktörlerinin birbirleriyle çok büyük ortak paydaları var. Şimdi doğal olarak diyeceksiniz ki, Habertürk’le ilgili olarak ortaya çıkan iddiaların ve tartışmaların, bir siyasi partinin iç işleyişiyle nasıl bir ilgisi olabilir veya bu ikisi arasında ne gibi bir ortak payda bulunabilir?
Nedeni çok basit aslında, iki kurumla da ilgili olarak yaşanan sorunların kaynağı eninde sonunda dönüp dolaşıp marka vaadinin yerine getirilmemesine dayanmıyor mu?
Herhalde uzun uzadıya açıklamaya gerek yok. Her marka, basit ya da karmaşık bir fikir veya fikirler bütünüdür. Ve her markanın insanlara büyük veya küçük, önemli veya önemsiz bir şey vaat etmesi gerekir. Markanın başarısı için öncelikle bu vaadin çekiciliği önemlidir elbette. Ancak markanın gerçek başarısı, ortaya konulan vaatle, insanların elde ettiği tatmin arasındaki orandır. Bu oran yüzde 100’e yaklaştıkça, yani büyüdükçe, markanın başarısı ve sürdürülebilirliği artar, küçüldükçe azalır.
Şimdi dönelim, Türkiye'deki medya kuruluşlarına bakalım. Medyanın içinde olanlar ve konuya yakın olanlar için çok uzun bir süredir yaşanan güven bunalımı, Gezi süreciyle birlikte izleyici-okuyucuyla medya kuruluşları arasında adeta bir krize dönüşmüş durumda. Bu krizin herkes tarafından bilinen, ama medya kuruluşları tarafından bir türlü dillendirilemeyen nedenleri geçtiğimiz hafta öyle bir ortalığa saçıldı ki, bu konuda en fazla atıp tutanlar bile “yok artık, bu kadar da olmaz” demek zorunda kaldı.
Evet, Habertürk, bir medya kuruluşu için en büyük sermaye olan güven ve itibarını telafisi çok zor şekilde kaybetti. Peki neden? Nedeni çok basit; markanın vaadiyle, gerçek durum arasındaki çelişkiden. Yani, logosunun altında “gücü özgürlüğünde” yazan bir markanın, aslında tam tersi durumda olmasından ve bunun ortaya çıkmasından. Öyle ya, bu sloganın yerine örneğin “Kabul edilebilir ölçülerde habercilik” yazsaydı, herkes markayı bu vaade göre konumlandıracak, ortaya çıkan bu ses kayıtları da kimsenin umurunda olmayacaktı değil mi?
Şimdi bir de CHP'ye bakalım. Siyasi partiyi, en basit şekilde toplumun siyasete katılma aracı olarak tanımlayabiliriz. CHP, Deniz Baykal'ın genel başkanlığı döneminde fiilen askıya alınsa da, 1970'lerde Bülent Ecevit'in İnönü'yü devirmesinden bu yana kendini “ortanın solu” çizgisini benimsemiş bir parti olarak tanımlıyor. Yani, bir siyasi parti olarak marka vaadinde “sol ve sosyal demokrat” değerler ağırlıklı yer tutuyor. Geçen haftaki yazımda da değindiğim gibi, CHP'nin en büyük sıkıntısı esas olarak en baştaki siyasi parti tanımından, yani “halkla ilişkisinden” kaynaklanıyor. Bu konuya önceki iki yazımda değindiğim için hemen marka vaadi meselesine geçeyim. Evet, marka vaadinde sol ve sosyal demokrasi olan bir partinin iç işleyişinde sol ve sosyal demokrat değerlerin, katılımın, çoğulculuğun, demokratik yarışın -üstelik de şimdiki genel başkan tarafından yeniden taahhüt edildiği halde- bir türlü hayata geçirilememesi... Bu durum, CHP'ye yönelik eleştirilerin ve partideki çalkantıların en büyük kaynağı bence. Ve tabii CHP'nin hâlâ ve hâlâ “kerhen” oy istemesinin de en büyük nedeni. Öyle ya CHP sol tabandan örgütlenmiş, yönetim organlarının ve adayların demokratik bir yarış sonucu belirlendiği bir parti olsa, kim kimle kavga edebilir, kim kimden kerhen oy isterdi ki?
Şimdi bir de öyle düşünün, pek çok kişi marka vaadini yerine getirmediği veya getiremediği için Habertürk'ten başka alternatiflere yönelebilir. Hatta geleneksel medyadan vazgeçip tüm haberleri internetteki alternatif kaynaklardan izleyebilir değil mi? Çünkü öyle veya böyle birçok alternatifi var Habertürk'ün. Peki, tek haber kaynağımız Habertürk olsaydı ne yapardık? Ne kadar kızsak da yine kerhen ve mecburen izlemeye, okumaya devam ederdik değil mi? Tıpkı ne kadar kızılsa da kerhen CHP'ye oy verildiği gibi...
Marka vaadinizle çelişkiye düşmek, sizi eninde sonunda açmaza götürür, itibarınızı, inandırıcılığınızı zedeler ve bir seçim yapmak zorunda bırakır. O seçim de “mış gibi” yapmakla, gerçekten yapmak arasındaki seçimdir.