Günü ya da geleceği kurtarmak

Adnan NAS
Adnan NAS ASLINA BAKARSANIZ adnan.nas@stfa.com

Bir ara kurtulmuş gibi olduğumuz kısa vade tutsaklığına yeniden geri dönmeye başladık. Tüketimin bir ölçüde kıpırdanmasını sağlayan dolaylı vergi indiriminin süresinin uzatılması, beşyüz bin kişiye devlet eliyle geçici istihdam sağlanması gibi kriz tahribatını azaltmaya dönük reaktif yani tepkisel önlemler dışında ekonominin uzun vadeli istikrarı ya da büyüme dinamiği ile ilgili yeni bir öneri ya da tartışma duymuyoruz. Bir zamanlar elbirliği ile önünü kesmeye çalıştığımız büyük ölçekli bir dış yatırımın Türkiye'de tasarlanan bir ürününün stratejik ortağın ülkesine ihraç edilmesi dışında moral kaynağı bulmakta da zorlanıyoruz. Yakındır, bedelli askerlik ya da 2-B arazileri gibi geleneksel yaratıcılıklarımızı da yeniden ısıtırız; ancak bu geçici ve bir atımlık tedbirler ile nereye kadar yol alabileceğimiz de aşağı yukarı bellidir.

Stratejik plan boşluğu

Yaz rehaveti ve cari açık belasından kurtulmak sevinci dileriz şaşırtmaz da, kamu yönetiminin ve toplumsal kesimlerin mutabık göründüğü ekonomik gündemin öne çıkması tercihi devam eder. Zira sadece IMF anlaşması ile ilgili karar değil, beki ondan da önemli olarak önümüzdeki üç-beş yılın temel politikaları ile ilgili stratejik plan ihtiyacı ivediliğini artırıyor.

Bu açıdan oldum olası gideremediğimiz bir zaafımıza dikkat çekmekte yarar var. Son olarak patlayan işsizlik rakamlarıyla bir kez daha Türkiye için hayati önemi ortaya çıkan büyüme denkleminin çözümünde tasarruf, yatırım, tüketim ve kamu maliyesi ile ilgili politikaları ve bunların optimal bileşimini belirlemekte, hatta nasıl belirleyeceğimizi kestirmekte güçlük çekiyoruz. Toplam iç tasarruf düzeyinin yetersizliği gibi açık bir konuda bile ortak bir kanaat oluşturulamıyor, aslında gizli kalmış pek çok zenginliğimizin/doğal kaynağımızın olduğu gibi dayanağı tartışmalı tezleri ekonomik aktörlerden bile duyabiliyoruz. Bu nedenle ihtiyaç duyulan dış yatırımların (ya da dış tasarrufların) çekilmesi için neler yapılması gerektiğine bile yeterince odaklanamıyor, bunu zorlaştıracak ve içe kapanmayı öneren yöntemleri ve politikaları ciddiye alabiliyoruz. İhracatın öneminden söz ederken, ekonominin canlılığı ve çarkların dönmesi açısından tüketimin ve iç talebin vazgeçilmez önemini, kriz gibi musibetler olmadıkça, görmezden gelebiliyoruz. Bu büyüklükler ile ilgili politikalarımızı netleştiremediğimiz için, maliye politikalarını, yani başta vergiler olmak üzere kamu gelirleri ve personel, yatırım, transfer gibi kamu harcamaları ile ilgili karar ve uygulamalarımızı sağlam stratejik dayanaklar üzerinde değil, kısa vadeli ve günü kurtarmaya yönelik taktik düşünceler üzerinde inşa ediyoruz.

Gelir vergisi olmayınca…

Sözgelişi vergi politikalarını ele alalım. Bu konuda son yılların yaygın "dolayı vergilerin dayanılmaz ağırlığı" gibi yüzeysel ve suya tirit sloganı dışında kamuoyuna mal olmuş bir ilke ya da strateji duyulmuş değil. Ancak bir konuda 2007 öncesi hükümetin hakkını teslim etmek gerekir: 2003 yılından itibaren daha modern ve etkin bir vergi sistemi kurmak için akademik dünya ve sivil toplumun ağırlıklı katılımıyla yeniden şekillendirilen Vergi Konseyi kanalıyla tarafsız ve uzman bir danışma organı oluşturuldu, böylece hiç değilse kurumlar vergisi alanında yaygaradan ve kavram karışıklığından uzak, ülkenin rekabet gücünü ve dış yatırım cazibesini artırmaya dönük, aynı zamanda sistemin deliklerini kapatmayı hedefleyen ileri bir yasa çıkarıldı. Oran indirimine rağmen yeni yasa ile kurumlar vergisi hasılatı da arttı. Ne var ki bu başarı, verginin çok büyük bölümü 1500 civarında şirket tarafından ödendiği ve belli bir ölçeğin üstündeki kayıtlı kesimi ilgilendirdiği için ne medyanın yeterince ilgisi çekti, ne de yaygın kitlelerce önemsendi.

Vergi sisteminin büyük ağırlığını oluşturması gereken temel iki vergi grubundan gelir vergisinde ise yapısal bir darboğaz var. 60 yıllık deneyime rağmen ne gerçek usulde ve beyana dayalı vergi verenleri sayısını, ne de mükellef başına ortalama vergi tutarını yeterli bir düzeye çıkarabilmiş değiliz. Bu nedenle gelir vergisi hasılatı, yüzde 18 gibi çok düşük bir düzeyde tıkanıp kalmış durumda. Yani milyonlarca vergi mükellefinden toplanabilen vergi, birkaç bin şirketin ödediği verginin yalnızca iki katı. Üstelik toplanan bu verginin yüzde 90'dan fazlası da stopaj yani  kaynakta kesme yoluyla ücretler ve faizler üzerinden alınıyor. İşin özeti pek büyük bir mükellef kitlesi ya ziraatçiler ve esnaf gibi yasal olarak, ya da ticaret erbabı, rant sahipleri ve serbest meslek gibi sistemin boşluklarından yararlanarak vergi ödemiyor. Devlet, buradan sağlayamadığı geliri, diğer temel vergi grubu ile yani mal ve hizmetlerden aldığı KDV ve ÖTV ile telafi ediyor.

Tasarruf mu vergilenmeli, tüketim mi?

Vergi sistemindeki dengesizliğin nasıl düzeltileceğini ve vergi tabanını genişletip oranları düşürmek olarak özetlenebilecek reform ihtiyacını teknik olarak daha önce irdeledik, bundan sonra da yazacağız. Bugünkü yazıyı vergi politikası ile ilgili temel tercihimizi yönlendirecek sorulardan birini cevaplamaya çalışarak bitirelim.

Tasarrufların mı, tüketimin mi daha fazla vergilendirilmesi gerektiği ülkeler bazında değerlendirilmesi gereken bir soru. Biz Türkiye için, milli gelirin nispi düşüklüğü ve iç tasarrufların yetersizliği gerçeklerinden hareketle, emeklilik planları gibi kurumsal tasarrufların ve dış tasarrufların vergi yönünden özendirilmesi, bunun dışında makul oranlı bir gelir vergisinin yaygın ve istisnasız uygulanması, kayıtdışı nedeniyle de dolaylı vergilerin sistemin önemli dayanaklarından biri konumunu sürdürmesi, fakat toplam vergiler içindeki nispi payının düşmesi gerektiğine inanıyoruz.

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar
Seçim biter, kriz bitmez 02 Temmuz 2019
Yolun sonuna geliyoruz 11 Haziran 2019