Gün ışığında insan

Gündüz FINDIKÇIOĞLU
Gündüz FINDIKÇIOĞLU GLOKAL BAKIŞ [email protected]

13. Yüzyılda optik gözde bir bilime dönüştü: Bacon, Pecham, Witelo gibi isimler öne çıkarken hem optikçi olan hem de çalışmalarından bir ışık/görme metafiziği çıkaran Grosseteste’nin ışık konusunu daha da ileriye taşıdığı kabul ediliyor. Söz konusu perspektivistler bilme/biliş yetisini görme duyusunda biriken verilerin soyutlanması olarak görüyorlardı; optik, ışık, perspektif terimleri aşağı yukarı aynı anlama geliyordu. Zaten “görme” duyuların “en asili” değil miydi? Elbette konu kilisenin giderek daha fazla “görünür olmasıyla” ve görsel sembolleri artan şekilde kullanmasıyla da bağlantılıdır. Grosseteste –Eski Fransızca; grosse tête, Latince Grossum Caput- “koca kafa” anlamına geliyor. 1175 yılında doğan ve Oxford’da okuyan, hocalık yapan ve yeni oluşturulan Chancellor görevini üstlenen Grosseteste hem bir bilim adamı hem de bir filozof idi. Dönemin bu terime verdiği anlama uygun biçimde Averroes –İbn-i Rüşd, Avicenna –İbn-i Sina, Aristo ve Platon’dan etkilendiği düşünülüyor. İlginç bir detay olarak Magna Carta Kral John tarafından Runnymede’de imzalanırken Grosseteste oradaydı.

Devamı vardı: Dante ve “yeni görüşü” –Novella Vista- burada önem kazanıyor. Görmek vizyonerlikti ve giderek “görüş” sahibi olan insan Tanrı’nın (gönül) gözüyle de görebilir hale gelecekti. Optikle bu kadar ilgilenmek, kardinallerin, papaların optik merakları aynı zamanda teolojik tonlar taşıyordu. Martin Jay büyük papa Gregorius’un –Gregory the Great- heykeller için “okuma yazma bilmeyenlerin kitapları” dediğini yazıyor. Jay, aynı yerde Jacques Ellul’den alıntı yaparak Avignon Papalığı döneminin –Batı Kilisesi içindeki büyük ayrılık- kiliseyi görsele yönlendirdiğini, görme merkezli inancın –ikon kırıcılığının aşırıya götürülmüş karşıtı- öne çıktığını ve bu hamlenin 14. Yüzyılda Wyclif ve İngiliz Lollard hareketi, 16. Yüzyılda da Protestan Reformu ile karşılandığını yazıyor. Protestan reformu puta tapma –idolatry- olarak gördüğü resim, heykel, altın eşyaların kiliselerde bulunmasını reddediyordu. 15. Yüzyılda Nicolas de Cues “görüş” ve “inanç” birlikteliğini besleyen yaklaşımı daha da ileriye taşıyacaktı.

De Cues dikkat çekici bir insandı ve tıpkı Grosseteste gibi ilgiyi hak ediyor. Bilinemeyecek olan Tanrı – “Gizli Tanrı”- kendisini aynada ve bilmece olarak insanlara gösteriyorsa, Tanrı hangi “gözle” görülebilir? Tanrı her şeyi gören –omnivoyant- ise onun her şeyi gördüğü ve yarattığı insana “baktığı” bir dünyada insan Tanrı’ya nasıl “bakacaktır”? Bakabilir mi? De Cues’ün “tablosu” veya Tanrı’nın vizyonu (görüşü, bize bakışı ve bizim de ona bakışımız; karşılıklı bakışı sağlayacak ikona) perspektif öncesi –hatta geometri gerektirmeyecek kadar düz- bir “görüş ve inanç” tasarımı mı vaaz ediyordu? De Cues gerçekten de dünya merkezli olmayan sonsuz bir evren fikrine dayalı bir kosmoloji mi öne sürmüştü? Burada Borges’i hatırlamak faydalı olabilir. “Pascal’ın korkutucu küresi” adlı denemede Borges, Pascal’ın “doğa, merkezi her yerde olan ve çevresi hiçbir yerde olmayan korkutucu bir küredir” şeklinde yazdığını ve sonra “korkutucu” kelimesini çizdiğini ve yerine “sonsuz” kelimesini koyduğunu yazar. Pascal ile de Cues arasında Giordano Bruno vardır ve Borges “korkutucu küre” metaforunun tarihsel seyahatini birkaç fırça darbesiyle kaleme alıverirken Bruno’yu atlamaz.

Ama asıl kırılma optik prensiplere dayalı doğrusal perspektifin öne çıkması, doğanın özünü açığa vuran açık bir kitap gibi bakmak, doğayı ilahi ışımadan –lux/lumen- dolayı görmek yerine ona bir norm yerleştirmek, doğayı matematiksel bir nesne olarak görmeye başlamakla başladı. Doğrusal perspektif uzayı/uzamı odağa yerleştirirken, ilahi bir nitelik kazanan matematikçinin mundus’un –yer ve gök- ilahi uyumunu doğrusal ve normlandırılmış bir vektör uzayı ile temsil etmesinin yolu açılmış oluyordu. Buradan bir Gauss dünyasına, basit en küçük kareler metoduna götürecek minimum mesafeye, mikro kozmosun makro kozmos kadar ilahi olup doğanın yasaları ve işleyişinin ilahi tasarım nedeniyle etkin (optimal) olduğu tezine hala yüzyıllar vardı. Ancak yol açılmış, ışık, optik ve perspektif akla bir ana yol göstermişti. Aydınlanma başlarken optikten geometriye geçiliyor, Leibniz ve Newton ayrı ayrı diferansiyel hesabı dünyanın optimal geometrisine yerleştirmeye başlıyordu.

Görme duyusunun en asil duyu olduğu tezi, en önemlisi olduğu iddiası perspektif ve geniş görüşün niteliği değişse bile, İskoç Aydınlanmasına kadar nüfuz etmişti. Elbette bu kadarı yeterli değildi; siyasi açıdan da Aydınlanma=Devrim=Işık=Görme ilişkisi değişerek korunmuş, sonradan Bakhtin’de Rabelais üzerinden ortaya çıkacak “şenlikli muhalefet” kavramına benzer şekilde devrim bir theatrum mundi haline gelivermişti. Örneğin Starobinski’nin “devrimin güneş miti” unutulmaz biçimde Güneş-Kral Louis XIV’ün amblemi ve mitinin nasıl dönüşerek Fransız Devrimi miti ve amblemi olduğunu anlatır. Lambayla gerçeği arayan Diogenes figürünün Fransız Devrimi sırasında popülerleşmesi Aydınlanmanın siyasetin ve toplumun sonsuza kadar geçerli kalacak evrensel “yasalarını” –gizemini de diyebiliriz- aramasıyla tam olarak örtüşüyor. Burada devletin gizemi çözülmüş, corpus mysticum dağılarak siyaset toplumsal olana içkinleşmiş ve dolayımsızlaşmıştır. Aydınlanmanın tipik tezi olan siyasetin her yerde oluşu ve siyasetin her şeyi çözeceği çifte tezi adeta sokağa inmiştir. Amerikan Devriminde olduğu gibi tartışma açıkta, sokakta yaşanmakta, bütün dünya bir sahne haline gelmektedir. Seyirciyle aktörün karıştığı bu sahnede 15. Yüzyıldan devralınan (doğrusal) perspektifi yine görsel olan verecektir ve devrim kendi giyimini, sanatını, amblemlerini hızla yaratacaktır. İngiliz Devrimine götüren süreçte nasıl emblemata neo-Roman cumhuriyetçi teorinin taşınabildiği iki media arasında yer aldıysa –diğeri fleta ile simgelediğimiz Common Law- Fransız Devrimi de kendi medium ve imgelerinin oluşturduğu siyasal kültür yatağında akacaktır.

Zaten bir koninin ucunun verdiği perspektif, sonsuza kadar giden çizgilerden oluşan bir “görme alanı” –virtual (vector) field- ile Descartes’ın vision ile speculatio arasındaki yukarıda gördüğümüz tereddütlü hali –cogito ergo sum ama belki de “görüyorum ve aklın bu niteliği sayesinde” düşünüyorum ki varım- Aydınlanmaya bir ölçüde devir olmamış mıydı? Descartes “aktör olacağıma seyirci olmayı denedim” derken vizyonu bir vektör alanına indirgediği ölçüde par excellence bir “Aydınlanma projesine” (Alasdair MacIntyre) yaklaşmış sayılabilir. 300 yıl kadar sonra Johann von Neumann sabit nokta teoremiyle bir vektör alanı formalizminde faydayı –utility; felicity- maksimize eden aktörlerin bir genel (ekonomik) dengeye ulaşacağı iddiasının –standart neoklasik iktisat tezi- ilk matematiksel ispatını ortaya koydu. Değişen şuydu: Görüşü tözden bağımsızlaştıran bir doğrusal perspektif ve ona tutamak noktası sağlayan bir koni yerine konveks bir konide emek, değer ve üretimden (töz) bağımsız bir psikolojik/speküler vektör alanı insanlara ekonomik “dengeyi” verecekti.

Aydınlanma –EnLIGHTenment- buysa ve barok dönemde kırılarak geleceğe aktarılsa bile politik işlevini de bilişsel önemini de Protestanlık sonrasında dahi kolay kolay yitirmeyen lux/lumen, perspectiva bir bağımsız değişken ve kesintili bir eğilim oluşturuyorsa, Karşı-Aydınlanma nedir?

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar
Risk ve yavaşlama 01 Ekim 2019
Fed, resesyon, Türkiye 24 Eylül 2019
Coğrafya ve imparatorluk 17 Eylül 2019
Fed ve dolarizasyon 25 Haziran 2019