Güç için güven ve cazibe şart
Geçen haftaki yazıda diyeceklerimiz yarım kalmıştı, niyetimiz araya fazla ara girmeden onları tamamlamak. Türkiye'de hızla değişen gündem bunu zorlaştırıyor. Hele sanki her bakımdan durum günlük güneşlikmiş gibi durduk yerde yarattığımız tamamen yerli üretim bir risk faktörü yani faiz tartışmasıyla tetiklediğimiz döviz sıçraması henüz yılın başında, yani bütçeler yeni bağlanmış, daha da uzun vadeye yayılan projeksiyonlar yeni tamamlanmışken hesapları ve moralleri tersyüz etti. Yine de zararın bir yerinde durmayı, kurumsal istikrardan da vazgeçmeyi göze almayacağımızı göstermeyi başardık. Bu gereksiz deneyimin bıraktığı tortu kırılganlığımızı bir doz daha arttırmadı değil, ama ne de olsa beterin de beteri var.
Finans merkezi ama nasıl?
Aslında birbirimizle uğraşmaktan ve esastan çok ayrıntılarla cebelleşmekten vazgeçebilsek, kafa yormamız gereken konular yeterince kalabalık bir liste oluşturuyor. Bugün bunlardan Uludağ'daki panelin de konusu kapsamında olan ikisini irdelemek istiyorum. Birincisi tasarruf açığımız dolayısıyla uzun süredir amaçladığımız halde küresel yatırımlar için kalıcı olarak öncelikli bir cazibe merkezi haline gelmeyi neden başaramadığımız, söz gelişi genç nüfusumuza ve mükemmel jeostratejik konumumuza rağmen neden belirli alanlarda küresel ya da bölgesel merkez özelliğini kazanamayışımız sorusu. İkincisi de bunca zamandır dışa açık bir piyasa ekonomisi olduğumuz halde şirketlerimizin küreselleşmekte neden bu kadar gecikmiş olduğu? Bu ve benzer pek çok sorunun yanıtları birbiriyle yakından ilintili.
Son yıllarda oldukça popüler hale gelen, ama bana kalırsa anlam ve içeriği yeterince tartışılmayan "İstanbul Finans Merkezi" projesi ile başlayalım. İlk bakışta dış kaynak girişini kolaylaştırması ve İstanbul'un köprü metropol konumuna uygunluğu nedeniyle mümkün gibi görünse de, dünyadaki başarılı örneklerinden de kolayca anlaşılabileceği gibi, bunun kurumsal ve sosyal ekosistem ile ilgili pek çok koşulu var ve ülkenin en gelişmiş kenti de olsa İstanbul'un bu açıdan durumu hiç de mükemmel değil. Öncelikle sermaye piyasası çok sığ ve hala 400 civarında firmayı aşabilmiş değil, üstelik bu firmalar yeterince güçlü de değil. Piyasanın enstrümanları çeşitli olmadığı gibi vadeli piyasalar yeni, kurumsal yatırımcı ve piyasa yapıcısı kurum sayısı da sınırlı. Öte yandan bankacılık kesimi ile tanışmamış 15 milyon insanın bulunduğu ülkede sermaye piyasasındaki yerli yatırımcı sayısı ve ağırlığı da yetersiz. Yani bir finans merkezinde her şeyden önce aranacak olan likidite hacmi ve istendiğinde paraya çevirme olanağı yani çıkış kolaylığı yok. Lojistik ve teknolojik altyapının ne kadar yeterli olduğu da tartışmalı. Yine görev alacak yabancı çalışanlar için önemli olan sosyal yaşam açısından da başta trafik olmak üzere sorunlar var. Saydamlık ve öngörülebilirlik gibi güven göstergeleri bağlamında da yetersizlik söz konusu. Nitekim konu ile ilgili olarak geliştirilen ve düzenli olarak yenilenen iki endeks'teki yerimiz de şimdilik pek umut verici değil. Başta hukuk güvenliği olmak üzere kurumsal çerçeve, finansal piyasalar, finansa erişim, finansal istikrar, fiyat istikrarı gibi faktörleri içeren Finansal Kalkınma Endeksi'nde 62 ülke arasında 42'nciyiz. Vergi rejimi, nitelikli işgücü, imaj ve pazara ulaşım gibi faktörleri kapsayan "Finans Merkezleri Endeksi"nde de 83 merkez arasında 47'nci durumdayız. Kore, Çin, Rusya, Suudi Arabistan gibi ülkeler bizim önümüzde. Bu nedenle farklı ve daha gerçekçi bir strateji izleyerek ilk aşamada altın vb. emtia piyasaları ya da Türkiye ve çevre ülkelerdeki altyapı ihtiyaçlarını düşünerek proje finansmanı üzerine yoğunlaşan bir merkez hedeflemek daha isabetli olacaktır. Tabii Londra gibi küresel niteliktekiler ile değil, Moskova veya Dubai gibi bölgesel merkez niteliğindeki rakipleri düşünerek hareket etmek de...
Üs olmak cazip olmaya bağlı
Kaldı ki sadece finans alanında değil, lojistik, teknoloji, hizmet gibi başka alanlarda da bölgesel güç ya da merkez olmak, yatırımcı güvenini ve işgücü niteliğini attıracak hukuk ve eğitim reformlarını gerçekleştirmedikçe pek mümkün değil. Üstelik verimlilik düşük kaldıkça reel ücretlerin düşmesi ve rekabetçiliğin artması da güç. Zaten tıpkı yatırım cazibesinde olduğu gibi Dünya Bankası'nın iş yapış endeksinde ya da DEF'in global rekabetçilik endeksi'nde ilk 50'ye, hatta emek piyasalarında esneklik, iş kapatması ve tasfiye, inşaat izinleri gibi kriterler açısından ilk 100'e bile giremeyen sıralamadaki yerimizi düzeltmedikçe rakipleri ya da alternatifleri geride bırakmayı düşünemeyiz.
2001 sonrasında AB süreci, mali istikrar ve reform süreci sayesinde hızlandırmayı başardığımız doğrudan dış yatırım girişinin bile neden sadece özelleştirme ve mevcut şirketleri/tesisleri devralma şeklinde gerçekleştiğinin, sıfırdan yatırım girişinin bir türlü olmadığının cevabı da burada gizli. Öyle sanıyorum ki global rekabet endeksinde pazar büyüklüğü dışındaki başka kriterlerde de ilk 25'e girmedikçe sıfırdan yatırım girişi sağlamamız kolay olmayacak. Nasıl olsun ki yatırım cazibesinin öncelikli koşulları olan hukuk güvenliğinde sürekli, makroekonomik istikrarda da devrevi olarak arızalı olmakta ısrarlıyız.
Küresel olmanın yolu
Şirketlerimizin küreselleşmedeki gecikmesine gelince, sadece rekabet yeteneği açısından değil, makul maliyette finansman bulmak ve nitelikli insan kaynağına erişmek için de optimal ölçek zorunlu iken bizim ilk 50 dışında dünya standardında büyük şirketimiz yok. Ama regülasyonlarda da, reform inisiyatiflerinde de öyle bir önceliği kabul etmiş değiliz. Bizim dünyada ilk 100 arasına girmeye aday şirketimiz bile yokken aynı kategoride yarıştığımızı söylediğimiz Kore, Meksika, Tayvan gibi ülkelerden on kadar şirket o klasmanda yer buluyor.
Oysa zaman zaman şikayet ettiğimiz "hem finansman hem ihracat yönünden küresel koşullara fazla bağımlı olma", doğal kaynak ve tasarruf eksiğimiz düşünülürse, hiç de kötü bir şey değil. Özellikle şimdi olduğu gibi küresel koşullar hızla değişirken. Yeter ki küresel dinamikler ve standartlarla uyum sağlayalım, küresel tedarik ve üretim zincirlerine eklemlenelim. Ama bunun için faktör verimliliğini, işgücü kalitesini, üretimdeki katma değeri arttırmak ve teknoloji/inovasyon atılımını sağlayacak şekilde toplumu ve şirketleri saran bir üretim ve yaratıcılık kültürü geliştirmek şart.