Globalleşme
Türkiye Cumhuriyeti kuruluş yıllarında ülkede olmayan özel sektörü yaratmak için çok uğraştı. Ülkede girişimci kültürü bulunmaması, yüz yıllar boyu bir sermaye birikimi sağlanamaması, alt yapının yetersizliği, kalifiye iş gücü eksikliği gibi çeşitli nedenlerle bunda istenildiği derecede başarılı olamadı. Tüm bu olumsuzlukların üstüne 1929 global kriz geldi. Genç Cumhuriyet ister istemez ‘devletçilik’ dediğimiz politikaları izlemeye başladı. Devletçilik daha sonra ‘ithal ikamesi’ denilen bir politikanın da eklenmesiyle özel sektöre kanat germeye çalışan hibrid bir düzen haline geldi. Türkiye 1980’lerden başlayarak döviz tasarrufuna yönelik ithal ikamesi politikalarını terk ederek adına ‘Globalleşme’ denilen döviz kazanımı yoluyla kalkınma sağlayacak politikalarına değiştirme gayreti içine girdi. Bazen ihracatla kalkınma denilen bu politikalarla bugüne geldik.
Globalleşme denilen rüzgarın ekonomi-politiği lehte ve aleyhte bir çok araştırmaya konu oldu. Kimi bunu üretim kapasiteleri pazarların alım gücünün kat ve kat üstüne çıkan kalkınmış ülkelerin bir tezgahı, kimi kapalı kalmaktan potansiyellerini kullanamayan ülkelere sunulan bir fırsat olarak değerlendirdi. Güney Asya kaplanları, Güney Kore gibi ülkeler olumlu örnekler olarak gösterildi komünizmin önce ekonomik sonra siyasi çöküşü olumsuz örnek olarak sunuldu. Akımın başlangıcından yarım asırdan fazla bir zaman geçmesine rağmen bu konudaki tartışmanın artan bir hızla devamı bazı şeylerin planlandığı gibi gitmediğinin bir göstergesi olarak değerlendiriliyor. Özellikle kalkınmış ülkeler ile kalkınmakta olan ülkeler arsında, ve ülkelerin kendi içlerinde gittikçe büyüyen gelir dağılımı adaletsizliğinin globalleşmenin yapısal bir özelliği olduğu en başta gelen eleştirilerden.
İşletmeciler açısından bu tartışmalar ilginç olmakla beraber Globalleşme bir ‘fait accompli – emri vaki’ olarak içinde yaşamanın kaçınılmaz olduğu bir düzendir. Ekonomik ve siyasi görüşünüz ne olursa olsun, eğer işletmeciyseniz düzenin dikte ettiği koşullarda çalışmaya zorunlusunuz. Globalleşme bir çığa benzetilir. Mani olamazsınız. Yapabileceğiniz tek şey üzerinde sörf yaparak altında kalmamaya çalışmaktır.
Bu bakımdan globalleşmenin ne olduğunun iyi anlaşılması gerekir. Bir dost İnternet üzerinden bir globalleşme tanımı iletmiş. Size de geldiyse kusura bakmayın. Bu tanımda Globalleşme Prenses Diana’nın ölümü kullanılarak yapılıyor. Kısaltarak veriyorum:
Mısırlı sevgilisi olan bir İngiliz prensesi
Bir Fransız tünelinde bir trafik kazası sonucu
İskoç viskisiyle sarhoş olan
Belçikalı bir şoförün sürdüğü
Hollanda imalatı motorlu
Alman malı otomobilini parçalıyor
Olayı Japon malı motosikletlere gezen
İtalyan paparazziler izliyor
Prensesi bir Amerikalı doktor
Brezilyada yapılmış ilaçlar kullanarak tedavi ediyor
Bu yazıyı size Amerikalı Bill Gates tarafından bulunan teknolojiyle
Bir Türk yazıyor
Siz de büyük olasılıkla
Tayvan’da imal edilen çipler
Kore malı ekran
Bangladeşli işçiler tarafından
Singapur’da monte edilen
Bir bilgisayarda okuyorsunuz.
Neyin, hangi parçasının nerede, kim tarafından imal edildiği, tedarikçilerin nerede olduğu, dağıtımın, tüketicinin, nerede oldukları uluslararası olarak tanımlanan düzene globalleşme denilmesi bu kavramın oldukça yaygın bir anlayışıdır. Halbuki bu tanım doğru değildir. Başka bir deyişle tedarikçisi Hong Kong’dan olan, ürünü Bulgaristan’da üreten ve AB’ye pazarlayan bir Türk firması globalleşmiş değildir. Uluslararası işbirlikleriyle yine uluslararası çalışan bir işletmedir.
Globalleşme üretim, pazarlama ve yönetimin işletmenin global alanda yetki delegasyonu yapılarak ademi merkeziyetçi bir şekilde çalışmasıdır. Yoksa hammaddeyi ithal edip, üretimi ihraç, veya üretimi dışarıda yaptırıp yine dışarıya satım globalleşme demek değildir. Globalleşmenin ülke ve şirketler için ne anlama geldiğine önümüzdeki haftalarda değineceğiz.
Sağlıcakla kalın