Globalizasyonun sonu mu, başı mı?
2000’li yıllara girerken dünyamız insanlığın geleceğine ilişkin olarak umutlarla doluydu. İlk 7-8 yılda yaşanan globalizasyon coşkusu, yerini son birkaç yıldır umutsuzluğa terk etmeye başladı. 2008 dünya ekonomik krizinin ardından gelen, başta ekonomik durgunluk ve büyüyememe, gelir ve servet dağılımında adaletsizlik, bölgesel çatışmalar, terör ve mülteci sorunu, korumacılık ve ırkçılık gibi gelişmeler globalizasyonun sonu olarak bile değerlendirilmeye başlandı. Tarım toplumunun binlerce yıllık ve sanayi toplumunun yüzlerce yıllık süreçlerindeki inişli çıkışlı dönemleri unutularak bilgi toplumunun globalizasyon sürecine, daha çeyrek yüzyılını tamamlamadan, ilk krizinde ölüm fermanı biçildi.
Bir Çehov değerlendirmesi
Anton Pavloviç Çehov’un (1860- 1904) Üç Kızkardeş adlı oyununda Verşinin’in aşağıdaki sözleri insanlığın geleceğine ilişkin olarak umutlanması gereğini ne güzel anlatır: “iki yüzyıl, üç yüzyıl sonra yeryüzünde akıl almayacak kadar güzel, şaşırtıcı bir yaşam olacağına inanıyorum. İnsana öyle bir yaşam gerekir. Eğer onu yaşamıyorsak bugün, hiç değilse önsezisini taşımalı, beklemeli, düşlemeliyiz onu. Kendimizi hazırlamalıyız ona. Bunun için de babalarımızın, dedelerimizin gördüklerinden, bildiklerinden daha çoğunu görüp bilmemiz gerekir… Yaşama yeniden, ama bu kez bilinçli olarak başlanabilseydi! Yaşamış olduklarımız, hani derler ya, taslak, öteki de onun temize çekilmişi olsaydı, ne olurdu acaba? Sanırım her birimiz, her şeyden önce, yaşamış olduklarımızı bir daha yaşamamaya, ya da hiç değilse, kendimize bambaşka bir yaşama ortamı, ne bileyim, sözgelimi, böyle çiçeklerle dolu, ışın içinde bir ev yaratmaya çalışırdık.” (A.P. Çehov: Büyük Oyunlar, çev: Ataol Behramoğlu, T. İş Bankası Kültür Yayınları, 7. Basım, İstanbul, sh. 36-327)
Yine Nazım Hikmet’in, “Ben babamdan ileri oğlumdan geriyim” dizesi insanlığın geleceğe ilişkin bu umudunu ve özlemini aynı güzellikle dile getirir.
İnsanlık uzun dönemde hep ileri gitti. Ancak bu ilerleme düz bir çizgide olmadı. Hep zikzaklar çizen dalgalı bir seyir izledi. Çıkış dönemleri yanında iniş dönemleri de yaşandı. Bu iniş ve çıkış dönemleri bazen 2-3 yıl, bazen de 5-10 yıl, hatta daha da uzun süre devam etti. Çıkış yılları insanları mutlu, iniş yılları mutsuz etti. Bu iniş dönemleri bazen çok zor, çok sancılı, trajedilerle dolu olarak geçti. Bu dalgalanmalar sadece dönemsel olarak değil, çokça farklı coğrafi bölgelerde de farklı yaşandı. Örneğin İkinci Dünya Savaşı sonrası Avrupa ülkeleri trajediler yaşarken, bizim de içinde olduğumuz savaşa girmeyen ülkeler bu trajedileri yaşamadı. Günümüzde ise Avrupa nispeten rahatken, bizim de içinde olmasak bile kıyısında yaşadığımız bazı Ortadoğu ülkeleri büyük trajediler yaşıyor. Bu yıl da yeni başkanını seçen ABD ve seçimlere gidecek Avrupa ülkelerinde sıkıntılı, hatta kötümser tahminler gündemde. Uzakdoğu ülkelerinde ise önemli gelişmeler dikkat çekiyor. Neredeyse dünya nüfusunun üçte birine yaklaşan Çin ve Hindistan’a ilişkin gelecek tahminleri dünya dengelerini derinden değiştirebilecek işaretler veriyor.
Muhakkak ki bilgi toplumunun globalizasyon sürecinde benzer bir serüven yaşayacak insanlık. Nitekim 2008 dünya ekonomik krizi ve onun ekonomi yanında politik, sosyal ve kültürel alanlarda da yaşanan olumsuz sonuçları globalizasyon sürecinin ilk iniş dalgası olarak algılanmalı. Halbuki ilk yılları dünya ekonomisinde önemli bir büyüme sürecini gerçekleştirmişti ve bu süreçten gelişmekte olan ülkeler daha büyük bir pay almıştı. Maalesef iniş sürecinde de, bu kez olumsuz olarak, gelişmekte olan ülkelerin daha zararlı çıkacağı tahmin ediliyor. Önümüzde bizi bekleyen dijitalleşme ve Endüstri 4.0 gibi süreçlerle yepyeni çıkış dalgalarının bizi beklediğini umuyoruz. Önemli olan bu fırsatların değerlendirilebileceği imkanları oluşturmak.
Bu süreçte farklılıklarımızın bizi birbirimizden ayıran değil, birbirimizi tamamlayan zenginliklerimiz olarak algılanması gerekiyor. Yoksa global köyümüzde birlikte yaşamak mümkün olmayacak. Esasen bilgi toplumunun yeni teknolojilerinin sunduğu imkanlar benzerliklerimizden çok farklılıklarımızın insanlığın ekonomik zenginliğe ulaşması imkanlarını sağlıyor. Artık ekonomide geçerli olan verimlilik prensibi ölçek ekonomileri değil, (1+1)’in 2’den büyük olduğu sinerjik etki. Tekelleşmelerin dünyasından simbiyotik etkileşimin ön plana çıktığı, global seviyede gerçekleştirilen katma değer ve tedarik zincirleri oluşturulması dönemine geçildi. Bireysel rekabetin yerine “işbirliği içinde rekabet” (coopetition= coordination+competition) uygulamaları yer almaya başladı.
Sonuç
Globalizasyon sadece ekonomik alanda değil, her alanda global etkileşim anlamına geliyor. Global köyümüzde sadece ekonomik etkileşimin değil, tüm yaşam alanlarındaki etkileşimin bu yeni dünya düzenine göre oluşturulması gerekiyor. Global bir hukuk sistemi gereksinimi kendisini şimdiden ağırlıklı olarak hissettirmeye başladı. Global bir yönetim ve liderlik tarzı ise “responsible leadership” (duyarlı ve sorumlu liderlik) başlığı altında geçen hafta gerçekleştirilen Davos Toplantısı’nın ana konusunu oluşturuyordu. Burada global yönetim ve liderlik konusu sadece ekonomik alanda değil tüm yaşam alanlarını kapsayacak bir şekilde ele alınıp değerlendirildi. Burada ABD’de girişimciliğini sürdüren Erzincanlı bir vatandaşımız, Chobani yoğurdunun üreticisi Hamdi Ulukaya mülteciler konusundaki başarılı uygulamaları ve çalışanlarını firma ortağı yaparak “vicdanlı kapitalizm”e (conscious capitalism) katkılarıyla ön plana çıktı. Davos’taki konuşması en çok ilgi uyandıran konuşmalardan biri oldu.
Artık ekonomide değer yaratan başat güç sermaye değil bilgili insan. İnsanlar, şirketler ve tüm kuruluşlar birbirleriyle bilgi paylaşabilmek için şebekeler kuruyorlar, networkler oluşturuyorlar. Böylece, karşılıklı olarak birbirlerini besleyerek bilgi seviyelerini adeta geometrik diziyle arttırıyorlar. Ekonomide en büyük değerler bu şebeke ilişkilerinden ortaya çıkıyor. En büyük piyasa değerine sahip olan şirketler artık sanayi toplumunun anlı şanlı GM, GE, Ford, Exxon, BP, Siemens’leri değil, onları 2’ye 3’e katlayan Apple (571 milyar dolar), Alphabet (530 milyar dolar), Microsoft (445 milyar dolar), Amazon (362 milyar dolar) ve Facebook (355 milyar dolar) gibi bilgi ve şebekeleşmesi yoğun yeni dünyamızın global şirketleri.
Geçmiş dönemlerin sağ ve sol fikirlerinin dünyası yok artık. Şimdi her şey yeniden tarif ediliyor. Globalizasyon sürecinde ulus devletlerin de geçmişin ulus devletleri gibi olmayacağı; hem global ekonominin, hem global hukukun, hem global yönetimin ve yönetişimin, hem global liderliğin gereklerine ayak uyduran bir yapıya dönüşmeleri gerekiyor.
Yine, sadece kendi sınırları içinde ekonomi, hukuk ve politika oluşturan, sadece kendi sınırları içinde egemen olan, hatta diğer ülkelerle düşmanca ilişkiler sürdüren bir milliyetçilik üzerine kurulu, tek bir ulusal kimlikle tarif edilen devlet formu da artık son bulacak.
Globalleşme üstte çok uluslu global örgütlerce, altta da köylere ve hatta mahallelere, sokaklara kadar inen yerel yönetimlerle paylaşılan güç ilişkileri getirecek. Bunlar mümkün olacak mı?
Küba devriminin gerçekleştirildiği 1959-1960 yıllarında, ABD’nin Küba ambargosuna ilişkin olarak Fidel Castro’nun yoldaşı Che Guevera’ya şu soruyu sorduğu rivayet edilir: “ABD Küba ambargosunu ne zaman kaldıracak?” Che Guevera’nın bu soruya cevabı, bunun asla mümkün olmadığını ifade eden aşağıdaki sözleriydi: “ABD’de bir zenci başkan olduğu ve bir Arjantinli de Vatikan’da papa olduğu zaman!”
Evet aradan 50 yıl geçtikten sonra 21. yüzyılın hemen başında bu mümkün oldu. Hem ABD’ye bir zenci başkan ve hem de Vatikan’da bir Arjantinli papa göreve başladı. Küba ambargosu da 2017 yılında sonlandı.
Demek ki “olmaz olmaz” denilen şeyler zamanı gelince olabiliyor. Umalım ve dileyelim ki bilgi toplumunun globalizasyon süreci de barış içinde yoluna devam eder. Her millet, her kuruluş, her kişi bunun için gereken çabayı gösterir.
Ne zaman mı?
Bu sorunun cevabını da bugün, 22 Ocak Pazar günü, Hürriyet gazetesinin Pazar ekinde Haluk Bilginer’le yapılan röportajda buldum. Bilginer, kendisine sorulan, “Bütün bu konuştuklarımızdan sonra umutlu musunuz?” sorusuna şu cevabı veriyordu: “Geleceği parlak görüyorum. Ama hangi gelecek olduğundan emin değilim… Yakın gelecek mi? Yoksa uzak gelecek mi? Ama gelecek parlak olmak zorunda.”