Global bankaları dizginlemek kolay olmayacak!

Tuğrul BELLİ
Tuğrul BELLİ GÜNDEM [email protected]

 

2008 yılında Lehman Brothers’ın battığı günlerde, aslında sadece Lehman değil ABD’deki bankacılık sisteminin büyük bir kısmı fiilen batmış durumdaydı. Ancak, böyle bir duruma müsaade edilmesi asla mümkün değildi. (Daha önce Büyük Buhran’ın ilk yıllarında böyle bir tecrübe yaşanmış ve zamanın Fed Başkanı ABD Başkanı Hoover ile çatışma pahasına piyasaya likidite vermeyi reddetmişti. Büyük Buhran’ın bu kadar uzun ve derin sürmesinin, ve buhrandan gerçek çıkışın da ancak büyük bir insan ve sermaye kaybı ile sonuçlanan 2. Dünya Savaşı sayesinde olmasının ana nedeni budur.) Nitekim, bankacılık sistemini kurtarmak için önce sisteme sonsuz likidite sağlandı. Likidite krizi böylece yatıştırıldıktan sonra, sıra finans kuruluşlarının ellerinde bulunan paçavraya dönmüş gayrimenkule dayalı tahvillerin (MBS) satın alınarak devlete (=ABD vatandaşına) mal edilmesi operasyonuna geldi. Aslında bir kurtarma operasyonundan başka bir şey olmayan bu uygulamaya da havalı ve teknik bir isim verildi: miktarsal genişleme (quantitative easing).

Bugün geldiğimiz konumda 2 tane önemli konunun acilen çözüme kavuşturulması gerekiyor. Birincisi bankacılık sisteminin bir daha böyle topyekun bir krize girmeyecek şekilde yeniden yapılandırılması konusu. İkincisi ise artık neredeyse bir komediye dönüşmüş olan ve reel ekonomiye de herhangi bir ivme sağlamadığı ortada olan QE programından çıkılması konusu. Neredeyse morfine alışmış gibi QE alımlarına alışmış olan piyasalar (yürürlükteki programa göre Fed halihazırda ayda 45 milyar dolar devlet tahvili, 40 milyar dolar da MBS satın almakta), değil programın sona erdirilmesi, Fed’in alımları azaltacağı yönünde işaretler vermesini bile son derece olumsuz bir şekilde karşılamakta. Önümüzdeki günlerde bu konu sadece ABD’nin değil, olumsuz yansımaları nedeniyle, bizim de gündemimizi fazlasıyla işgal edecek.

Birinci konuya, yani bankacılık sisteminin krize dayanaklı (crisis-prone) bir şekilde islah edilmesi konusuna geri dönersek, bugünlerde o konuyla da ilgili olarak önemli tartışmalar cereyan etmekte. Finans sektörünün son 30 yılda aşırı büyümüş ve bununla orantılı olarak da, çok güçlü bir lobi oluşturmuş olması nedeniyle bugünlerde yapılmaya çalışılan (ve sonuçta finans sisteminin aleyhine sayılabilecek) pek çok reformun büyük bir direnişle karşı karşıya olduğunu söyleyebiliriz. Krizin tepe yapmış olduğu dönemlerde fazla sesini çıkartamayan bu lobinin, kurtarma operasyonları neticesinde bankacılık kesiminin (sıfır faiz desteği sayesinde) tekrar kârlı bir duruma geçmesi ile birlikte, yeniden, tabiri caiz ise, biti kanlanmış vaziyette. Örneğin, eski Fed başkanlarından Paul Volcker tarafından önerilen ve bu yüzden Volcker yasası olarak bilinen ve bankaların kendi portföyleri adına işlem yapmalarını yasaklayan gayet makul bir kural bile bugünlerde iyice sulandırılmış durumda.

Son krizle birlikte gelişmiş ülkelerin bankacılık otoritelerinin oluşturduğu Basel Komitesi’nin kararlarının bankacılık risklerini önlemekte ne kadar başarısız olduğu da ayan beyan ortaya çıkmış bulunuyor. Şimdilerde uygulamaya konulması gündemde olan Basel 3 uzlaşısının da yetersiz olduğu ortada. “Risk ağırlıklı varlıklar”, “riske maruz değer” ve “piyasa değeri” gibi Basel kavramlarının hepsi son derece sorunlu ve bankacılık risklerini azaltma konusunda yetersiz. (Ve hatta, bazı durumlarda ön-döngüsel (pro-cyclical) etkileri olduğu için, bizatihi krizleri derinleştirici etkiye bile sahipler.)  

Asıl dananın kuyruğunun koptuğu yer ise bankaların sermaye yapılarında yapılması planlanan düzenleme. Bankacılığın ana meselesi kaldıraçla çok şişmiş olan bilançoların küçültülmesi ve sermayelerin güçlendirilmesi. Bunun için de, basit bir sermaye oranı getirilmesi söz konusu. Bu oran (bankaların baskılarıyla) şimdilik %3 olarak belirlenmiş durumda. Bu çok düşük bir oran. ABD otoriteleri bile Basel’den bağımsız olarak bu oranı %6’ya çekmeye çalışıyor. (Bu oranı uygulamaya koymada global bankalar karşısında ne kadar başarılı olabileceklerini zaman gösterecek. Ancak 80’li yıllarda banka bilançolarında kaldıraçlı türev işlemlerin bulunmadığı bir ortamda bile ilk Basel uzlaşmasına göre bu oranın %8 olduğunu hatırlatayım!) Bankalar ise ister istemez bilançolarını küçültecek bu uygulamanın ekonomiyi daraltıcı etkileri olacağını iddia etmekteler. Halbuki, yüksek kaldıraçlı bilançoların banka(cı)ların kârına kâr katmak dışında ne ekonomik, ne de sosyal bir fayda sağlamamış olduğu, aksine krizlere zemin hazırladığı artık bilinen bir gerçek.

Avrupa bankacılığında ise durum daha da çetrefilli. Öncelikle ABD’deki gibi topyekun bir kurtarma operasyonuna maruz kalmadıkları için sermaye yapıları çok daha zayıf ve kaldıraç oranları da daha yüksek. Ayrıca AB’de henüz ortak bir bankacılık otoritesi bile kurulabilmiş değil, ve böyle bir oluşumun önünde ciddi bürokratik ve de milliyetçi engeller söz konusu.

Uzun lafın kısası, Dünyada bankacılık sektörünün zapt-ı rapt altına alınması ilk başta göründüğünden çok daha zor ve meşakkatli bir süreç olacak.

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar
Dar bir koridor! 10 Ekim 2019
IMF 4. Madde bildirisi 26 Eylül 2019