Girne'de yağmurlu günler...

Faruk ŞÜYÜN
Faruk ŞÜYÜN ODAK [email protected]

Kıbrıs, öncelikle 1974 Barış Harekâtı ile girmişti hayatımıza... Fatih'te oturuyorduk. Saraçhanebaşı'na dev ışıldaklar getirilmişti bir uçak saldırısında gökyüzünü taramaları için. Otobüslerin, otomobillerin farları, iç ışıkları koyu laciverde boyanmıştı; evlere kalın perdeler asılmıştı dışarıya ışık sızdırmasınlar diye... Ancak filmlerde gördüğümüz şeylerdi bunlar ve biz, onları gerçekte yaşıyor, gelişmeleri siyah-beyaz televizyonlarımızdan izliyorduk... Karartmaların abartıldığını, Ege'deki çakarların bile söndürüldüğünü duyuyorduk, ama korkmuyor, gururla harekâtı takip ediyorduk. Tabii ki Bülent Ecevit'e hayranlığımız da giderek artıyordu...

Türklerin adada üç yüz, İngilizlerin yetmiş yedi yıl kaldığını ve daha nice bilgilileri öğrenmiş, Enosis sözcüğü ile tanışmıştım... Daha oy verme yaşına bile gelmediğim yıllardı... Ama her şeyi bugün, dün yaşamışım gibi hatırlıyorum. Yıllar geçecek, Kıbrıs'ta yaşamış, orayı yazmış İngiliz romancı Lawrence Durrell'in yapıtlarıyla tanışacaktım... Ülker İnce'nin muhteşem çevirisiyle onun “İskenderiye Dörtlüsü”nü (Justine, Balthazar, Mountolive, Clea) ve “Avignon Beşlisi”ni (Monsieur ya da Karanlıklar Prensi, Livia ya da Diri Diri Gömülmek, Constance ya da Yalnızlıklar, Sebastian ya da Güçlü Tutkular, Quinx ya da Kusursuzluk Peşinde) hatmedecektim...

Okuma tutkum, “Kıbrıs'ın Acı Limonları” ile sürecekti... Durrell kitapta yüzlerce yıl barış içinde bir arada yaşamış iki halkın nasıl karşı karşıya getirildiğini, 1950'lerin sonlarına doğru körüklenen yangının bugün hâlâ çözülemeyen Kıbrıs sorununu nasıl yarattığını anlatmaya çalışıyordu. Yazar, 1952'den 1956'ya kadar yaşadığı cennet güzeli Kıbrıs'ın nasıl bir cehennem adasına dönüştüğünü edebi bir dille yansıtıyordu.

İlk kez orada görecektim Bellapais (Güzel Ülke) adını... Durrell, Rumlarla Türklerin birlikte yaşadığı bu köyde bir ev alıp restore etmenin zorluklarının yanısıra, köy hayatının küçük entrikalarını ve dedikodularını da anlatıyordu kitapta. Köy insanlarının en büyük keyfi, meydandaki ağaçların altında rehavet içinde oturup laflamaktı. Bu ağaçların birinin adı, ‘'Huzur (Tembellik) Ağacı''ydı. Durrell de, köylülerle birlikte bu ağacın gölgesinde içki içip sohbet ediyordu.

Ve ilk kez bir kitap fuarı için gideceğim Girne'de, Bellapais'nin adının Beylerbeyi yapıldığını; Durrell'i, üzerinde ‘'Acı Limonlar'' tabelası olan evinin ise hâlâ durduğunu öğrenecektim.

Girne, adanın en gözde tatil beldesiydi. Bazı kaynaklara göre kent, İsa'dan Önce X. yüzyılda Akalar tarafından kurulmuştu. Başka bir bilgilendirme ise İsa'dan Önce IX. yüzyılda buraya yerleşenlerin ticaret kolonileri kuran Fenikeliler olduğuydu.

O seyahatimizde Girne limanını, kalesini, Gazi Mağusa'yı, Lefkoşa'yı gezecek, limandaki lokantalarda balık ve deniz mahsullerinin keyfini çıkaracaktık...

Kıbrıs yolculuklarını, çeşitli toplantılar nedeniyle birçok kez yaşayacaktım akan yıllar boyunca... Sonra, uzun bir ara gelecekti Kıbrıs seyahatlerine, taa ki geçtiğimiz haftasonuna kadar...

Bu kez toplantı için değil, yalnızca Akdeniz'in bu güzel kalyonunda yaşamanın keyfini duyabilmek amacıyla Kıbrıs'taydık... Ne müthiş yağmur, ne sahili döven dalgaları yaratan güçlü rüzgâr engel olabilirdi Girne'nin keyfini yaşamamıza... Olamadı da... Bulutlar biraz izin verdiğinde şehrin dar sokaklarına daldık, yağmur yeniden geldiğinde ise kafelerde, lokantalardaydık...

Kaldığımız Rocks Hotel, Türkiye'deki benzerlerini kıskandıracak denli başarılı bir mutfağa, kaliteli hizmete sahipti... Başta denizin hemen üstündeki Lagoon Restaurant olmak üzere gittiğimiz hiçbir yerde kötü bir mönüyle karşılaşmadık, son derece güzel yemekler yedik... Denizin ışıklarla değişen rengi, bulutların aldıkları şekiller, uzaklardan gelen gökgürültüleri, çakan şimşekler, dalgaların köpükleri, hattâ kimi zaman elektrik kesintileri bir kış gününde bu kıyı kasabasını  daha da yaşanılır hâle getirdi. Kıbrıs'tan, bir adada bulunmanın tadını belleklerimizde taşıyarak döndük...

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar