Girişimcilik ve cesaret
Girişimci ve cesaret sözcükleri yan yana gelince yıllarca önce ilgi ile izlediğim bir konuşma gelir aklıma hep. Bundan 30 yıl kadar önceydi. Türkiye ekonomisinde köklü değişikliklere gidildiği, ithal ikameci ve yasaklayıcı uygulamaların yerini serbest piyasa ekonomisi kurallarının almaya başladığı Özal’lı yıllardı. İstanbul’da, Mülkiyeliler Birliği’nin düzenlediği bir toplantıda, konu “Türkiye’de Girişimcilik” olarak belirlenmişti. Türkiye’de 1960’lı yıllardaki sol akımların ve sosyalist düşüncelerin gelişmesinde önemli bir yeri olan Mülkiye Mektebi (155 yıllık geçmişi olan şimdiki Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi) mezunlarının oluşturduğu bir kuruluşun böylesi bir konuyu gündeme getirmesi, muhakkak ki Türkiye’de o yıllarda uygulanmasına başlatılan yeni ekonomi politikasına gösterilen önemin ve umudun bir göstergesiydi. Yeni politika bazıları için gerçekten bir umut iken, bazıları için de sonu fiyasko ile bitmeye mahkum bir maceraydı.
Toplantının konuşmacısı İstanbul’dan, Türkiye’nin ilk sanayici ailelerinden birinin ikinci kuşağından bir işadamıydı. Kendisi hala yaşayan, iyi bir eğitim görmüş, entelektüel seviyesi yüksek, iyi konuşan ve yazan zeki bir insan. Toplantıda güzel bir sunum yaptı. Hemen ardından da soru cevap aşamasına geçildi. Söz alan olmadı. Böylesi bir durumun konuşmacı açısından hoş olmayacağı düşüncesiyle söz istedim. Herhalde bu girişimimde, belki benden sonra yeni sorular sorulup değerlendirmeler yapılarak konu daha da açılır umudu da etkili olmuştu. Soruyu sadece soru sorulmuş olsun diye sormuştum. Hatta verilecek cevabın da sorunun içinde yer aldığını düşünüyordum.
Sorum şöyleydi: “Türkiye’de girişimci cesareti genellikle cehalete dayanan bir cesaret olarak ortaya çıkıyor. Bunun hesaba kitaba dayanan, rasyonel bir cesaret olması gerekmez mi?” Ben sorunun konuşmacı tarafından, “evet Hocam, öyle olması gerekir” gibi birkaç sözcükle hemen cevaplandırılmasını bekliyordum. Zira, o zamanki düşünceme göre, bu sorunun başka türlü bir cevabı olamazdı!
Fakat öyle olmadı. Konuşmacı soruma hemen cevap vermek yerine, bir süre alnını kaşıyarak önündeki notlara, bir süre de çenesini tutarak tavana bakıp epeyce bir düşündükten sonra, tane tane konuşarak sorumu şöyle cevaplandırdı: “Hocam, her cesaret az veya çok cehalete dayanır. Ben, hesaplayıp kitaplayıp sonuçlarını öğrenebildiğim konularda cesarete ihtiyaç duymam. Cesaret, bilinmezlikler ve belirsizlikler ortamında ihtiyaç duyulan bir özelliktir. Bu nedenle de içinde az veya çok, ama muhakkak bir risk taşır. Girişimci, belirsizlikler ve bilinmezliklerle dolu geleceğe ilişkin kararlar alıp uygulayan, bunun gerektirdiği riskleri de üstlenmesi gereken kişidir.”
Cevap beklediğim gibi olmamıştı. Ama net ve açıktı. Cesaretin gerektirdiği, riski bizzat üstlenmeyip devlet veya başkaca kanallar vasıtasıyla topluma aktaran kişi bizim anladığımız anlamda bir girişimci olamazdı. Diğer yandan cesaret gösterilen konuya ilişkin bilgi arttıkça, riskin ölçüsü azalacaktı. Tam bir bilgiye sahip olunan konuda ise risk sıfırlanacağı için, cesarete de ihtiyaç kalmayacaktı.
O günkü toplantıda konuşmacının cevabı beni çok etkilemişti. Evet cesaret muhakkak ki bilgiye, hem de olabildiğince çok ve sağlıklı bilgiye dayanmalıydı. Aklın süzgecinden geçmeliydi. Ama sadece olabildiğince! Zira tüm belirsizlikleri ve bilinmezlikleri sıfırlamak mümkün değildi. Her şey biliniyor ve hesaplanabiliyor olsaydı cesarete de ihtiyaç kalmayacaktı. Ama gerçek girişimcinin böylesi bir şansı yoktu. Ancak arkasını devletin korumacı politikalarına veya başka güçlere dayayarak, riski topluma aktarabilenler bu imkana sahip olabilirdi.
Buna karşılık hiçbir bilgiye dayanmadan, bilgiyi aklın süzgecinden geçirip değerlendirmeden alınan kararlar ise cesaretin değil maceraperestliğin bir göstergesidir. Girişimcilikte ise maceraperestliğe yer yoktur. Girişimci yapacağı işi bilecek, bilmiyorsa öğrenecektir. Öğrenemiyorsa ya o işi yapmaktan vazgeçecek, ya da yanına o işi çok iyi bilen birini ortak alacak, onunla işbirliğine girecektir. Belki rahmetli Vehbi Koç otomotiv sanayine girerken sürücü belgesine bile sahip değildi. Ama konuyu çok iyi bilen biri olan Bernar Nahum’u yanına alarak otomotiv sektörüne girdi ve başarılı oldu. Kısaca cesarete konu olan risk, bilgiyi satın alma veya bilgili birileriyle işbirliğine girme (sinerji) yoluyla da azaltılabilir.
Girişimcilik olaylar karşısında aktif bir tutum sergileme cesaretini de gerektirir. Bazı kişiler bir olay ortaya çıkınca, “şimdi ne olacak?” diye sorup olayın sonucunu beklerler. Olaylar karşısında pasif bir tutum sergilerler. Bazı kişiler ise “şimdi ne yapacağım?” diye sorup cevap ararlar. Cevabı bulunca da eyleme geçerler. Olaylar karşısında bu şekilde aktif bir tutum sergilenmesi, bunun gerektirdiği cesarete sahip olma, önemli bir girişimcilik özelliğidir. Henüz olay ortaya çıkmadan, olayın ortaya çıkacağını sezip proaktif bir tutum sergileyebilen girişimciler ise, inovatif girişimci olarak, Joseph von Schumpeter’in “dinamik girişimci” grubunda yer alacaktır.
Ortaya çıkardığı ekonomik değerle tarihin en büyük girişimcisi kabul edilmesi gereken Kristof Kolomb, o dönemde ulaşabildiği bilgilerle ve sezgileriyle dünyanın yuvarlak olduğu sonucuna vardı. Bu inançla ve umutla batıya giderek de Hindistan’a varabileceğine karar verdi. Umut ve inanç da cesareti kuvveden fiile çıkaran, cesareti eyleme dönüştüren çok önemli girişimcilik özellikleri. Sonuça K. Kolomb, Santa Maria’sı, Nino ve Pinto’su ile Hindistan’a değil o zamana kadar varlığından bile haberdar olunmayan yepyeni bir kıtaya, Amerika’ya ulaştı. İnsanlık bu bilinmezliğin ortaya çıkardığı yeni keşiften çok da karlı çıktı. Ama ne kadar çok bilinmezliklerin ve belirsizliklerin risk ortamında. Girişimci işte o risklere katlanmayı göze alabilecek cesareti gösterebilen kişidir. Ama o riskleri ulaşabildiği bilgileri değerlendirip akıl süzgecinden geçirerek, onları mümkün olduğunca ayarlayıp denetleyebilen bir girişimcilikle. Tıpkı Kristof Kolomb gibi.