Gezi Parkı, hoşgörü ve çok seslilik
Her devrin kendine özgü bir yönetim biçimi var. Bu dönemi ve yönetişimi kavramak son günlerde yaşadığımız sorunları hafifletecek bir pencere açabilir...
Çevremizde hep bir şeyler oluyor, bir şeyler değişiyor...
Ancak bazı dönemlerde hayat adeta hızlanıyor...
Gezi Parkı protestoları malum...
Portakalından göz yaşartıcısına dehşetengiz bir gaz banyosunun içinden ne kadar seçildi bilmiyorum ama bir haftada o kadar çok mesaj aldık ki...
***
Hiç korkmayın. O mesajları bir bir saymayacak değilim. Yapamam da zaten...
Tabii ki, okurlarımızı ilgilendirdiğini düşündüğümüz gelişmeleri gazetemize yansıtmaya çalışıyoruz...
Ancak, tüm olayları ve ayrıntıları tek tek algılamak ve anlamak, benim beynimin kapasitesini aşar...
Başkasını bilemem...
Benim zihnimde şimdilik, medyanın bu süreçte sınıfta kalışı var...
***
İster aymazlık deyin...
İster korkaklık...
Ana akım medya, adeta devre dışı kaldı... Sosyal medya başrole geçti...
Neden, niçin diye uzun uzun tartışmayacağım...
Sadece şunu söyleyeyim, “kaçak güreşmek”, dünya liginde başa güreşmeyi hedefleyen Türkiye’nin medyasına hiç yakışmadı...
***
Bana göre bunun “sorumlu yayıncılık anlayışıyla” filan da bir ilgisi yok... Eğer mesele taraf tutmamaksa, olup biteni farklı cepheleriyle vererek bunu pekala başarabilirdik...
Ama Türk medyası olarak, habere koşmamız gerekirken, olup bitene gözümüzü kapattık...
Kamuoyunun haber alma hakkına, piyasanın bilgi alma özgürlüğüne saygısızlık yapmayı tercih etmiş olduk... Başkası değil, kendi kedimizi dünya aleme rezil ettik!
***
Gazi Parkı protestosu ile başlayan olayların benim, sektörümün, Türkiye’nin, dünyanın zihin setinde etkilerini bir süre daha hissedeceğiz ve tartışacağız gibi görünüyor...
Dün sabah bir halkla ilişkiler şirketinin yetkilisi aradı...
Söylediğine göre, benden akıl almak için telefonu açmıştı...
Yabancı konuklarının da katılacağı programı iptal etmesinin doğru olup olmayacağını danışıyordu...
Ben biraz da şaşkınlıkla yanıt vermeye çalışırken yazarımız Rüştü Bozkurt konuştuklarımıza kulak misafiri oldu...
Kendisini de, bir iki gündür İsveç’ten, Macaristan’dan ve Gürcistan’dan dostları arayarak “sağlığını” soruyorlarmış...
***
Twitter tartışmaları...
Türk Baharı benzetmeleri...
Beyaz Saray’dan, Avrupa Birliği’nden, hatta Esad’dan açıklamalar...
BIST’in tarihi düşüşü...
Aklı selim hakim oldukça, hepsi yerli yerine oturacaktır...
Toplumsal yaşamın geriye gitmesi, ekonominin yükselen tansiyondan olumsuz etkilenmesi hiç kimsenin yararına değil...
***
Biraz aklıselime, tansiyonu düşürecek açıklamalara, sağduyuya ihtiyacımız apaçık ortada...
Ancak hemen söyleyeyim, beni rahatsız eden sivri dil değil...
Zihniyet... Önce kafalarımızı değiştirmemiz lazım...
Bakın, her dönemin kendine özgü bir yönetim tarzı var...
Tarih boyunca bu böyle oldu...
Dünyada da, Türkiye’de de...
Aşiretler, krallıklar, monarşiler, cumhuriyetler... Farklı ortam ve farklı sosyal yapılar... Ve tabii ekonomik gelişmeler... Farklı yaklaşımları beraberinde getirdi...
Toplumsal gelişme ile yönetim anlayışları birbirinden bağımsız değil... Bir başka ifadeyle, toplumlarla birlikte yönetim trendleri de değişiyor...
***
Gazetemizin 30’uncu yılı dolayısıyla hazırladığımız DÜNYA’nın Tanıklığında Türkiye Ekonomisi 1980-2010 adlı kapsamlı çalışmamızda bu trendlere değinmiştik...
Yıllarca “idare” önemliydi...
İdare sözcüğü Arapça ‘devr’ kökünden geliyor... Yani, çevirme, döndürme anlamında...
Osmanlı’nın son döneminde egemen tarz “idare” idi...
İşleri idare etmeye çalışıyorduk...
***
Sonra gelişim hızlandı...
“İdare etmek” değişim ihtiyacına cevap vermez hale geldi...
Bir süre, idarenin yanına “sevk” kelimesi de eklendi...
Cumhuriyet yerleşirken askeri çağrışımlar yapan “sevk ve idare” kavramı öne çıktı...
Ancak sevk ve idare yaklaşımı da hızlanan gelişim ve değişime yeterince yanıt veremedi...
Kelimelerle birlikte kavramlar da değişime uğradı...
Dünyadaki gelişmeye paralel olarak bir süre sonra “yönetim” ön plana çıktı...
***
80’li, 90’lı yıllar “yönetim” kavramı ile birlikte yeni yönetim modellerinin öne çıktığı bir dönem oldu. Çoğunlukla iş dünyasına yönelik bu modeller, devletin işleyişinin de sorgulanmasına yol açtı. Kimi ülkelerde bürokrasi yeniden yapılandırıldı...
***
Sonra hepimizin yakından izlediği bir gelişme, süreci yeniden şekillendirdi: Tüketici krallığını ilan etti...
“Yönetim” kavramı da yetersiz kaldı... İdare, sevk, yönetim derken, şimdi yeni dönemin öne çıkardığı yeni bir kavram var: Ekonomik, çevresel ve sosyal yapıdaki yeni gelişmeler şirketlere de devlete de yeni bir rol veren bu kavramın adı yönetişim...
***
Birlikte yönetmek anlamında...
İletişim içinde yönetim anlamında...
Yönetişim anlayışı bütün dünyada taraftar bulup, yaygınlaşıyor...
Aradaki fark nedir derseniz; Yönetim döneminde ürün veya hizmetin kalitesi ön planda tutulurken, yönetişim döneminde temel kavram “yaşam kalitesi”...
***
Şirketler için de bu böyle...
Toplumu yönetmeye talip hükümetler için de...
Nasıl, tüketicilerin olduğu gibi, çalışanların ve hatta üretimin yapıldığı tesis çevresinde yaşayan insanların yaşam kalitesini düşüren bir firma yöneticisi ağzıyla kuş tutsa bile artık başarılı sayılmıyorsa...
Çevresini kirleten, tahrip eden bir şirket, teknik açıdan ne kadar başarılı olursa olsun gözden düşüyorsa...
Toplumun mutluluğunu, yaşam kalitesini düşüren kamu yöneticisi de öyle...
Yeni dönemde yaşam kalitesinin yükseltilmesi hedefi öne çıktı...
Bu firma yönetiminin çevredeki sivil toplum kuruluşları, merkezi ve yerel yönetim ile işbirliği yapmasını zorunlu kılıyor. Kısacası, bugün artık şirketler giderek daha fazla söz ve karar yetkilerinin bir bölümünü çevresi ile paylaşmak durumunda...
Yeni dönemde şirket yönetimi teknik verimlilik ile birlikte sosyal verimliliği de dikkate almak zorunda...
Keza hükümetler de...
***
Yönetişim döneminde, katılım çok önemli...
Yönetimdeki söz ve karar yetkisinin hem firma içinde hem de firma dışında paylaşılması, teknik verimlilik ile sosyal verimliliğin arasında en ideal dengenin kurulmasını sağlıyor. Şeffaflık ve hesap verilebilirlik çok önemli...
Artık yeni dönemde, şirketin her tür faaliyetinin sorumluluğunu üstlenmesi ve topluma karşı bir hesap verme zorunluluğu duyması gerekiyor...
Ve tabii, öngörülebilirlik çok önemli...
Uygulanan strateji ve politikaların önceden belirlenmiş olması ve yönetimdeki istikrar yönetişimde büyük önem taşıyor. Dengesiz ve bir dönemi diğerine uymayan bir yönetim tarzı ise “güven” unsurunu yok ediyor ve yönetişimi olanaksız kılıyor...
***
Artık devir yönetişim devri...
Uzmanların dikkat çektiği bu unsurların hepsi, şirketler için olduğu gibi toplumu yönetmeye talip hükümetler için de geçerli...
Türkiye ekonomik gelişmede son 10 yılda büyük bir mesafe kaydetti... Başarı öyküsü tüm dünyayı şaşırttı...
Bu kez de risk gibi görünen faktörleri fırsata dönüştürüp dünyayı şaşırtabiliriz...
Yönetişimi zihnimizde kabul etmemiz ve içselleştirmemiz çok önemli bir ilk adım olacak...
***
Bu dönemin temel dinamiklerinin başında, katılımcılık, hesap verebilirlik ve hesap sorabilirlik geliyorsa, eleştiriyi düşmanca tavır olarak görmemek, aksine eleştiriden yararlanarak daha iyiye
ve doğruya ulaşmak gerekiyor...
Özgür ve bağımsız basın da bunun için var...