Gezi olaylarının ekonomiye etkisi
Gezi olaylarının dış mihraklar tarafından kurgulandığı ve piyasaların hayali bir “faiz lobisi” tarafından karıştırıldığı iddialarının mesnetsizliği üzerine çok yazı yazıldığı için bu konuyu daha fazla irdelemeyi son derece gereksiz buluyorum. Zaten, son 1 aydaki global gelişmelere bakıldığında ABD’nin parasal genişlemeyi (QE3) durduracağı beklentisi ile sadece Türkiye’den değil, neredeyse tüm gelişmekte olan ülkelerden belirgin bir para çekilmesi yaşandığı, buna paralel olarak bu ülkelerin para birimlerinin zayıfladığı ve faizlerin de yükseldiği ayan beyan ortada. Sadece, Türkiye’de 2. not artırımı beklentisinin gerçekleşmesi ile birlikte bir “kâr realizasyonu” olması ve Gezi olaylarının da siyasi riski artırmış olması nedeniyle bu etki diğer GOP’lara göre biraz daha fazla yaşandı, o kadar. QE3 ile ilgili belirsizliklerin azalması ile birlikte, zaman içinde GOP’lardan çekilişin azalacağını ve para akımlarının seyrinin normalize olacağını düşünüyorum. Ancak Gezi olaylarının başka kanallardan ekonomiye bir etkisinin olacağı da muhakkak çünkü gerek yerli gerekse de yabancı yatırımcılar bugüne kadar göz ardı ettikleri (veya göz ardı etmeyi tercih ettikleri) bazı siyasi realitelere ve uygulamalara bundan sonra kayıtsız kalamayacaklardır.
Şahsen Gezi olaylarının ve iktidar odağının bu olaylara tepkisinin ekonomiye başlıca 3 kanaldan etki yapacağını düşünüyorum. Birincisi yabancı yatırımlar ve özellikle ihtiyacımız olan uzun vadeli doğrudan sermaye yatırımları üzerindeki etkisi. Yabancı yatırımcılar bir ülkeye yatırım yaparken sadece o ülkenin ekonomik potansiyalini, tüketim talebini, işgücünü, altyapısını ve teşvik sistemini dikkate almazlar. Aynı zamanda siyasi istikrara, adil bir yargı sisteminin varlığına ve yasama ve yürütme erklerinin tarafsızlığına da bakarlar. Açıkçası bu bahsettiğim konularda yabancı yatırımcıların öteden beri soru işaretleri olduğu malum. Zaten, Türkiye’nin yıllardır potansiyalinin çok altında yabancı sermaye çekmesinin önemli nedenlerinden biri de bu. Ancak, bugünden sonra, bu konularda 2 kere düşünecekleri kesin. Ayrıca unutmayalım ki, Türkiye nihayetinde korumacılık kalkanı olmayan serbest ticarete açık bir ülke. Yabancı bir üreticinin Türkiye’de üretim yerine Türkiye’ye ihracat yoluyla satış yapma alternatifi her zaman mevcut.
İkinci etki, yerli sermayedarlarımızın yurtdışında bulundurdukları paraların yurtiçine çekilmesi konusunda görülecektir. Miktarı tam olarak bilinmemekle birlikte, özel sektörün gözüken yabancı borçlarının bir kısmının bu paralar olduğu herkesin malumu. Yerli sermayedarların paralarını yurtdışında bulundurmalarının başlıca 3 sebebi var: Birincisi, bu paralardan elde ettikleri kazanç üzerinden vergi ödememek. İkincisi, Türkiye’de mukim şirketlerini kredilendirerek, faiz gideri yaratmak (ve böylece daha az kurumlar vergisi ödemek.) Üçüncüsü ise portföylerini para cinsi, yatırım aracı ve yatırım bölgesi olarak çeşitlendirmek. Son dönemde, bu paraların yurtiçine çekilerek kayıt içine alınması için bir kez daha vergi muafiyeti şeklinde bazı teşvikler getirildi. Böylece, hem yabancı borç istatistiklerinin bir nebze düzeltilmesi, hem de sonraki dönemlerde vergilendirme tabanının genişletilmesi arzulanmakta. Ancak, Hükümetin bazı sermaye gruplarına karşı rövanşist bir tutum alacağına yönelik söylemler, sadece hedef gösterilen grupların değil, daha yandaş grupların bile bu paraları kayıt altına sokmalarını engelleyecektir.
Üçüncü ve bence en önemli etki ise reel kesimin güven endeksinde ve buna bağlı olarak yerleşik sermaye gruplarının yatırım talebinde görülebilecek erozyon olacaktır. Hükümet tarafının koruması ve güdümü altında hareket eden sermaye gruplarını bir kenara bırakırsak, bu ülkede alnının teriyle ve rekabetçi bir ortamda iş yapan sermayedarların son gelişmelerden rahatsız olması son derece doğal. Son tahlilde, yatırımları vasıtasıyla bir ekonomide üretimi ve üretkenliği artıran ve büyümeye katkıda bulunanlar yerli sermaye gruplarıdır. Yatırım harcamalarını artırabilmeleri için iktidarın teşebbüs sahiplerine kendilerine adil ve eşit davranılan, kliyantelizmden uzak, önlerini görebilecekleri ve ana pazarlarını oluşturan orta sınıfların alım gücü ve huzurunun devam edeceği bir ortamın güvencesini sağlaması gerekir. Aksi takdirde kim, neye ve neden yatırım yapsın ki? Özellikle, son milli hasıla rakamlarının da teyit ettiği gibi özel sektör yatırımlarının rekor düşük seviyelerde seyrettiği bugünlerde müteşebbislerimizin şevkinin ve canlılığının (Keynes’in tabiriyle “animal spirits”) yeniden kazanılmasına her zamankinden daha fazla ihtiyacımız var.