Geleceğin tarihini yazmak
Yukarıdaki yazımızın başlığı, geleceğimize ilişkin umut dolu ne güzel bir deyim. Bu deyim bana hep Yaser Arafat ile Şimon Peres’in 1993 yılında İspanya’nın Granada şehrindeki toplantıda sahneye çıkıp el ele tutuşarak seslendirdikleri şu söylemi hatırlatır:
“Biz babalarımızın ve dedelerimizin tarihini değiştiremeyiz. Ama çocuklarımız ve torunlarımız için yeni bir tarih yazabiliriz”
O yıllarda, Madrid’de açık açık, Oslo’da gizliden gizliye yürütülen görüşmeler 1993 yılında sonuç vermişti. Oslo’da varılan anlaşma, “Oslo Barış Anlaşması” resmi adıyla Washington’da İsrail Başbakanı İzak Rabin ve Filistin Kurtuluş Örgütü lideri Yaser Arafat tarafından imzalanmıştı. Bu barış anlaşması nedeniyle, anlaşmanın mimarları olarak Filistin Kurtuluş Örgütü lideri Yaser Arafat ile İsrail Başbakanı Şimon Peres’e , “14 Ekim 1994 tarihinde, “Ortadoğu’da barışın sağlanması için sürdürdükleri çabalar” nedeniyle o yılın Nobel Barış Ödülü layık görülmüştü.
Oslo Barış Anlaşması ile Yaser Arafat ve İzak Rabin tarafından imzalanan ortak bir deklarasyon ile “Özerk Filistin Devleti”nin kurulması kabul edilmişti. Bölgede barış yanlısı bir politika izlenmeye başlanmıştı. Fakat Ortadoğu’nun bu bölgesinde, maalesef hep olduğu gibi, barış dönemi çok kısa sürdü. İsrail Başbakanı İzak Rabin, Nobel Barış Ödülü töreni daha birinci yılını tamamlayamadan, 4 Kasım 1995 tarihinde, henüz 25 yaşındaki aşırı sağcı Yigor Amir adında Siyonist bir öğrenci tarafından katledildi. Bu suikastin arkasında barışı istemeyen çevrelerin etkili olduğu tahmin ediliyor.
Adı geçen Nobel Barış Ödülü’nün verildiği dönemde İsrail Dışişleri Bakanı olan Şimon Perez daha sonra 1995-1996 yıllarında İsrail Başbakanı ve 2007-2014 yılları arasında da İsrail Cumhurbaşkanı olarak görev yaptı. 2016 yılında vefat etti. Yaser Arafat da 2004 yılına kadar Filistin Kurtuluş Örgütü liderliğini sürdürdü. 11 Kasım 2004 tarihinde Parkinson hastalığı nedeniyle tedavi gördüğü Paris’te vefat etti.
Maalesef adı geçen liderlerin eseri olan Oslo Barış Anlaşması Filistinlilerin yaşamlarına çok az yansıdı. Bir yıl sonra dönemin İsrail Başbakanı İzak Rabin’in kendi vatandaşı bir öğrenci tarafından suikaste kurban gitmesi anlaşmanın bir geleceğinin olmadığını gözler önüne sermişti.
1993 yılında başlayan bu umut dolu süreç böyle 1995 yılı Kasım ayında, barış sürecinin baş mimarlarından biri olan İsrail Başbakanı İzak Rabin’in kendi vatandaşı tarafından öldürülmesiyle trajik bir biçimde sonlanmış oldu. Oslo Barış Anlaşması sürecinin devam ettiği 1993 yılında, sürecin Oslo yanında ikinci merkezi olan Madrid yakınlarındaki bir anısını Zülfü Livaneli “Elia ile Yolculuk” adlı eserinde şöyle anlatıyor: 1993 yılının Aralık ayında, İspanya’nın Granada şehrinde, o güzel, görkemli olduğu kadar zarif, tarihi Elhamra Sarayı’ndaydık. UNESCO olarak bizce önemli bir iş başarmış ve Şimon Peres ile Yaser Arafat’ı orada buluşturmuştuk. Gündüzleri, Ortadoğu’da barış umutlarımızı yeşerten toplantılar yapıyorduk. (sh.63)
Keşke bugünün tecrübeleriyle dünü yaşamak mümkün olsaydı. O zaman dünü çok daha güzel yaşayabilecektik. Düne ilişkin pişmanlıklarımız, hayal kırıklıklarımız olmayacaktı. Babalarımızın ve dedelerimizin tarihini çok daha güzel yazmış olacaktık. Ama aradan geçen 23 yıl Arafat ve Peres’in dileklerini gerçekleştirmenin kolay olmadığını defalarca gözler önüne serdi.
Evet, dünü değiştiremeyeceğimizi çok iyi biliyoruz ama yarının tamamen olmasa da önemli ölçüde bizim irademizle oluşacağından şüphe etmiyoruz. “İrade-i külliye” yanında “irade-i cüzziye”nin de varlığından eminiz. Bu gerçek hem tek tek bireyler, hem büyüklü küçüklü tüm örgütler, uluslar, birlikler ve hatta global seviyede tüm dünya için de geçerli. Sadece aşağıdan yukarıya doğru çıktıkça “babalarımızın ve dedelerimizin tarihin yazmak” zorlaşmakta. Günümüz bilgi toplumunun globalizasyon sürecinde en önemlisi de bunu global ölçekte, dünya seviyesinde gerçekleştirebilmekte.
Çocuklarımızın ve torunlarımızın tarihini yazmanın yolunun, sadece bugünümüzü yaşamakla yetinmeyip gelecek yıllarımızı, önümüzdeki 10, 20, 50, hatta 100 yılımızı planlamaktan geçtiğini de biliyoruz. Geleceğe ilişkin hayallerimizi vizyonlaştırmaktan, vizyonlarımzı stratejilere dönüştürüp planlayarak eyleme geçmekle mümkün olabileceğini de biliyoruz. Sadece bugünü ve yarının sorunlarıyla boğuşup gelecek yıllara ilişkin strateji, vizyon ve hele hele hayallerimizi hiç unutmamamız gerekiyor. Bu hayaller ve vizyonlar içinde bulunduğumuz zamanda başarılması imkansız gibi görünen hedeflerin ortaya konmasıyla başlar. Ancak vizyonumuzu belirlerken misyonumuzun da tanımlanması gerekiyor. Zira varlığımızın nedeninin (Ben niye varım?) açıkça belirlenmeden tanımlanan bir vizyondan hareketle eyleme geçirilmesi halinde hedeflenen sonuca ulaşılması mümkün olmuyor. Bu durumda hayallerimizin, umutlarımızın, dileklerimizi yoldan saptıklarına, yok olup gittiklerine şahit oluyoruz. Nitekim yukarıda Yaser Arafat ve Şimon Peres tarafından dile getirilen, hatta “Oslo Barış Anlaşması” adıyla uluslararası arenada resmileştirilen ve kendilerine 1994 Nobel Barış Ödülü getiren bir hayal ve vizyon, birinci yılını doldurmadan yok olup gitti. Tüm dünyaya örnek olabilecek bir dileğin, bir duanın gerçekleştirilmesi mümkün olmadı.
Buradaki başarısızlık da kanaatimizce ortaya konan vizyonun arkasında sağlam bir misyonun oluşturulamamasından kaynaklanıyor. Zira vizyon bir yerde misyonun türevidir. Strateji ve planların da vizyonun, eylemin de strateji ve planların türevleri olduğu gibi. Vizyon misyona doğru yol alacak, rotayı belirleyecek. Kendimizi rüzgarın sürüklemesine izin vermememiz gerekiyor. Zira rüzgar her zaman misyonumuz doğrultusunda esmeyebilir. Vizyonumuzu yanına değil karşısına alabilir. O zaman yelkenlerimizi açıp, rüzgar tersine esse de, misyonumuz doğrultusunda yola devam etmek gerekiyor.
Yelkenler rüzgara karşı da yollarına devam edebiliyor. Yeter ki yelkenlerimiz sağlam, kaptanlarımızı işinin ehli ve liyakat sahibi saygın kişiler olsun. İşte o zaman hayallerimizi ve vizyonlarımızı taşıyan gemiler bizi rüzgarın sürükleyip götürdüğü istemediğimiz yerlere değil, hedeflediğimiz limanlara götürecektir.
Geleceğin tarihini yazarken içinde yaşadığımız dönemin ümitlerimizi kıran olumsuzluklarını göz ardı edemeyiz muhakkak ki. Ama onların etkisinde kalıp hayallerimizden vazgeçmememiz gerekiyor. Babalarımızın ve dedelerimizin tarihini değiştiremiyoruz ama onların ne büyük başarıları gerçekleştirdiklerini de biliyoruz. Zira insanlık iniş çıkışlara da olsa hep ilerledi. Yaşanan trajediler ayanında devasa başarılar gerçekleştirildi.
Maalesef günümüzde insanlığın büyük umutlarla girdiği üçüncü milenyumun henüz ilk iki on yılını tamamlamadan yine insanlığın etrafını umutsuzluk rüzgarları sarmaya başladı. Basiretli bir tüccardan çok şovmen tarafı ağır basan, kibirli, tutarsız ve agresif, ultra zengin Donald Trump ülkesindeki fakirlerin oyuyla dünyanın süper gücü ABD’nin başkanı oldu.
İngiltere, ne olsa sonucu “Hayır” çıkacak vurdumduymazlığıyla gerçekleştirdiği bir referandum sonucunda AB üyeliğini sona erdirdi. AB ise daha 10 yıl önce gerçekleştirdiği 28 üyeden oluşan birliğin dağılma tehlikesiyle karşı karşıya kaldı. Birliğin en önemli üyesi Almanya Parlamentosu koltuklarında iki aydır sadece aşırı sağcı niteliği olan değil, bir nazi partisi olduklarını gizlemeyen milletvekilleri oturuyor.
Batı dünyası halklarının önemli bir kısmı kendi medeniyetlerinin ürettiği çoğulculuk, insan hakları gibi kavramların ve globalizasyonun yanında değil karşısında durduklarını açıkça göstermekten çekinmiyorlar. Türkiye ve Çin’den sonra bu yıl Hamburg’da gerçekleştirilen G-20 toplantısında global ekonominin öneminin vurgulanmasından bile sarfı nazar edildi. 2016 yılı Davos toplantısında global ekonomiye sahip çıkan bir Batı dünyası temsilcisi değil Çin Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Şi Cinping oldu.
Artık Afrika’da Asya’da terör olaylarında ölenlerin sayısı 100’leri bulmazsa Batı dünyasının medyasında haber değeri taşımıyor.
Ama umutlar kaybolmamalı. Misyonumuz sağlam vizyonumuz umut dolu olmalı. Başbakanımız Binali Yıldırım’ın 24 Kasım Öğretmenler Günü dolayısıyla Çankaya Köşkü’nde ağırladığı öğretmenlere hitaben yaptığı konuşmasında dile getirdiği, “Sizlerden talebimiz ve beklentimiz mutlaka yavrularımıza, öğrencilerimize gelecek umudu gelecek heyecanı aşılayın” mesajı çok önemli. Başbakanımız bu konuşmasında, “Sizler bu dünyayı daha güzel hale getireceksiniz” diyerek öğretmenlerin geleceğimizin oluşmasında taşıdıkları öneme dikkat çekiyordu.
Muhakkak ki bu umudu sadece öğretmenlerimizle değil, Cumhurbaşkanı ve Başbakanımızdan Bakanlarımıza, siyasi parti başkanlarından milletvekillerine ve tüm politikacılarımıza, bilim adamlarımızdan iş adamlarımıza ve bürokratlarımıza kadar herkesin başta çocuklarımız ve gençlerimiz olmak üzere tüm halkımıza aşılaması gerekiyor. Hem de sağlam misyonlara dayanarak ve inandırıcı vizyonlarla, uygulanabilir stratejilerle. Güven vererek, şevk ve heyecan yaratarak.
Güven, karşılıklı saygı ortamında, farklı görüş ve değerlendirmelere, uzlaşmaya açık bir iletişim gerektiriyor. Şevk ve heyecan arkasından gelecektir. Esasen genç ve sağlıklı, yeniliklere açık dinamik nüfus yapımız insanlarımızın şevk ve heyecanları konusunda oldukça uygun bir ortam sağlıyor. Yeter ki onları çağdaş eğitim imkanlarına kavuşturalım, çağdaş nitelikle donatalım.