Geleceği leyleğin yuvasından okumak...
1030-1043-80
Köyümle ilgili düşüncelerimi paylaşırken, insanların günlük yaşamlarını yönlendiren mitolojik, teolojik ve ideolojik bilinçlerini yansıtan gözlemlerimi de aktarabilirim: Köyümüzde "hurafeye dayalı düşünce" tarihin derinliklerinden geliyordu. İçinde mitolojik motifler taşıdıkları gibi, teolojik saptırmalar da vardı. Köy insanlarının yaşam algılarını yansıtmak için ilk örneğim, leylek yuvasına çıkarılan çocuklar ve geleceğin okunmasıyla ilgili olacak.
Leylek yuvasındaki çocuklar
Köyümüzde baharın geldiğini göğeren meşeler, mor menekşeler, meleşen kuzular haber verirdi. Leylekler önce Niksar ovasına iner, havalar ısındığı zaman köyümüzdeki tarlaların değişik yerlerine ya eski yuvarlarına yerleşir ya da yeni yuvalarını yaparlardı.
Leylekler gelip yuvalarına yerleştikten sonra bazı neneler torunlarını yuvalara çıkarır, yuvada bulunan malzemelere göre gelecek bir yılda olup bitenleri okumaya çalışırdı.
Leylek yuvasını yaparken "siyah bez" kullanmışsa, o yıl sellerin, fırtınaların, depremlerin, yıkımların hatta savaşların olacağına hükmedilirdi. Yarı Gürcüce, yarı Türkçe anlatımla, geçmişte falancanın yuvaya çıkıp baktığı, siyah bez gördüğü, o yıl büyük bir deprem olduğu anlatılırdı. Ya da savaş çıktığı, herkesin askere alındığı, gidenlerin geri dönmediğinin acı hikayeleri tekrarlanır; yüreklerinin derinliklerinde biriken "savaş korkusu" her anlatışta, hayal gücü yettiği kadar yeni motifler eklenerek zenginleştirilirdi.
Leylek yuvasında bir "kanlı bez" bulunduysa, "savaş beklentisi" artar, o yıl kan akacağına hükmedilirdi. Osmanlı İmparatorluğu'nun son dönemlerinde Galiçya' da, Balkanlar da, Kafkaslar' da Yemen' de, Fizan'da, Magrib'de ve Maşrik' te sürdürülen savaşların, kayıpların, gidip de gelmeyenlerin korkusu en ücra köylerde bile insanların zihin derinliklerine iyice işlenmişti. Ünlü 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşları, Balkan Savaşı, Birinci Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı'nın birbirini izlemesi, sonra da Kore Savaşı'nda gelen şehit haberleri, savaş korkusunu beslemişti.
Leylek yuvasında "sabun ve beyaz bez" bulunursa, "ölümün" haberciydi. Biri cenazenin yıkanacağına işaretti; diğeri ise kefendi, ölümdü, ayrılıktı, acıydı...
Leylek yuvasında "arpa, buğday, pirinç" gibi ürünler bulunduysa, o yılın bolluk ve bereket yılı olacağının sevinci sarardı.
Bizim köyün yaşam algısında, keskin bir genelleme yapmak doğru olmasa da insan kendini özne olarak görmez; kaderden kaçınılmayacağına inanılır, insan aklının öngörme ve önlem alma gücü önemsenmezdi. Özellikle yaşlılarda farklı yol ve yöntem önerilmesinin arka planı yoktu; her şeyin yaratılıştan geldiğine ilişin teslimiyetçi anlayış, yaşam kültüründe kalın bir çizgi oluşturuyordu.
Damda öten baykuş
Bazı yörelerde bir evin damında baykuşun ötmesi "uğurlu" sayılırken, bizim köyün insanına göre "uğursuzluktu." Özellikle akşam karanlığında bir evin damında baykuş ötmüşse, o ailde hastalıkla, kazayla, yaralanmalarla ve ölümle yüzleşme beklentisi artardı.
Lise yıllarında bir kitapta değişik ülkelerde baykuşla ilgili algıları okumuştum. Güney Amerika yerlilerinden kadim Afrika topluluklarına kadar baykuşla ilgili söylemler özetleniyordu. Toplulukların ağırlıklı olarak baykuşu dost bir kuş, iyilik habercili olarak gördüklerini öğrendim. Köye gittiğimde yeni bilgilerimi aktardığım yaşlı kadının bana sert biçimde, "Sus, günah işleme... Çocukluğumdan beri o uğursuz kuşun felaket habercisi olduğuna şahidim!" dediğini anımsıyorum. Baykuşun uğursuzluğuna öylesine inanmıştı ki okuduğum kitabı "gavurların yazdığını" kesin bir dille söylemişti.
Yağmur duası
Köyümüzün toprakları, ülkemizin çoğu yöresinde olduğu gibi "sulanabilir" değildi. Ailelerin geçimleri büyük ölçüde hava ve iklim koşullarına bağlıydı. Zamanında yağmur yağmaması, kuraklığın uzaması, köyde inanılmaz karamsarlık yaratır; cami önünde, toplanma yerlerinde hep aynı konu konuşulur; bir an önce yağmur duasına çıkmak gerektiği anlatılır; yağmur duasının zamanlaması tartışılırdı.
Ülkemizde çok yaygın olan yağmur duası, köyümüzdeki insanların yaşam biçimi ve yaşam tarzında karşılığı olan bir istekti. İnsanların geçimi yağmurun zamanında yağmasına bağlıydı; dua ederek yaradana isteklerini bildirmeleri olağandı.
Hayvan pazarlarından koşmak için öküz ya da süt için inek satın alınmışsa, eve getirilip ahıra sokarken adımlarına bakılırdı. Satın alınan hayvan ahırın eşiğinden içeri ilk kez sağ adımını atmışsa hayırlı olacağı düşünülürdü. Sol ayağını atmışsa, yük çekmeyen gevşek bir hayvan olabilirdi; süt hayvanı ise kurda kuşa yem olurdu.
Ayağı uğursuz insan...
Köyümüzde eski hesap yılbaşı gerçek yılbaşı olarak kabul edilirdi. Yılın ilk gününde eve gelenin "ayağının uğurlu ya da uğursuz" alabileceği düşünülürdü. Yıl içinde ailenin işleri iyi gitmişse, yılbaşı günü gelenin ayağının uğruna bağlanırdı. İşler kötü gitmişse, ürün ve hasatta beklendiği olmamışsa, rejide tütün beklenen fiyatı almamışsa, dolu yağdıysa, sel bastıysa, ölümle yüzleşilmişse, hep yılın ilk günü evlerini ziyaret edenin uğursuzluğunda aranırdı.
Köyümüz insanının "inanç" ile "üretim" arasındaki bağı kurmadığını ortaokul yıllarında kavradım. Babamın amcası evin büyüğü olarak yazın yaylaya, kışın ovaya giderdi. Yaylada yakacak odun bile toplamaz, köye haber salar, babam ya da amcalarımdan biri giderek yakacak odunu yakındaki ormandan getirirdi.
Babamın amcası yayık yayar, ulu gürgen ağaçlarından sofra, külek, oklava gibi ağaç eşyalar yapardı. Aklımın erdiği 1950'lerin ortalarından sonra herhangi bir işi yönettiğini de işe katıldığını da görmedim. Köyümüzün önündeki meyve bahçesini beklemek, yaylaya gitmek ve ovada bulunmak temel işiydi. Ailenin büyüğü olduğu için çocukluktan beri her hareketini gözlerdim. Yemek yedikten sonra eline iki damla su döker, elini yıkamış gibi yaparak, inancının gereğini yerine getirirdi. Yıkamanın asıl işlevi olan "temizlik" ise önemsenmezdi. Köy toplumunda inanç ile yaşam için işlevsel olanın bütünleştirilmesi yerine "yasak savma" gibi davranılmasını hiçbir zaman açıklayamadım. Bu davranışı köyün başka insanlarında da gözlemleyince, kırsal topluma özgü olduğunu düşündüm.
Ağacı korkutmak
Köy bahçelerinde ya da tarlalarında bir ağaç üç beş yıl meyve vermemişse, ailenin gençlerinden biri baltasını alır, aile büyüklerinden biriyle ağacın yanına gider. Genç bu kısır ağaca söylenerek keseceğini haykırır, kesmek için yekinir; yaşlı da onun baltasını tutmaya, ona engel olmaya yönelir; "Ben bu ağaca kefilim, bundan sonra meyve verecek, sen onu bağışla!" diye ağacı korur gibi yapardı. Eğer o yıldan sonra ağaç meyve verirse, korkutmanın etkisine bağlanırdı.
Büyük bibimin oğlu Ahmet' in tanıklık ettiği ve bana anlattığı "ağaç korkutma" olayına ben doğrudan tanıklık etmedim.
Hastalara "nefesi keskin derin hocaların okuması" da köydeki yaygın anlayıştı. Hastalıklara dua okutularak, muska yazarak çare aranırdı. Bu sadece bizim köye özgü bir yaşam biçimi değildi; o dönemde ülkemizin hemen hemen bütün köylerinde yaygındı.
Bizim yetiştiğimiz dönemlerde köy insanının inanç ve düşünce sistemine etki eden söylemlerden biri de ulu kişilerle ilgiliydi: Anamın anlattığı rüyalar arasında, Köre Savaşı na katılmak için Melik Gazi'nin büyük bir orduyla yardıma gidişi vardı. Öylesine ayrıntılı, öylesine inandırıcı anlatırdı ki, uzun yıllar zihnimin derinliklerinde yer etti, bir rüya değil gerçeklik gibi algılar oldum.
Köylerin cazibesi
Köylerimizin "cazibe alanı" haline gelmesinin gerek şartı köy koşullarında yapılan üretimdeki gelirlerin yeterli, düzenli ve kararlı olmasıdır. Köylerde maddi ve kültürel zenginlik üreterek, insan yaşamını kolaylaştırarak refahı artırmak, "üretimi artırmaya" bağlıdır. Bugün kırsal kesimdeki "inanç sistemlerinin" geçmişe yönelik nedenlerini iyi analiz etmez, insanların o inançlara nasıl ulaştıklarını, neden koruduklarını, yaşam biçimlerinde yönlendirmede nasıl etkili olduğunu kavrayamazsak, kentsel orta sınıfların değer, beklenti ve davranışlarına göre yapıları kuramaz, yapıların içine hayat dolduramayız.
İnsanlığın "keşfederek" yeniliklere yöneldiğini unutmayalım. Keşfettiklerini "tanımlamayan" insanların başarılı olamadıklarını bilelim. Keşfedip tanımladıklarını sağlıklı "bilgiyle" desteklemeyen insanların para ve emeklerini israf ettiğini zihnimizden silmeyelim. Bildiklerini çevresiyle "iletişim kurarak yarara dönüştürmeden" refaha ulaşılamayacağını da akıldan çıkarmayalım.
Köyümüzde geçmişte yaşanmış inanç sistemleriyle ilgili gözlemlerimi aktarıyorum ki, "kırsal inanç sistemlerini" tanımlamaya küçük de olsa katkı yapsın, "kentsel yaşamın gerektirdiği" inanç ve düşünce sistemleri arasında dengeler sağlıklı bir temel üzerine inşa edilebilsin.