GDO soyanın etkileri, gıda ve tarım ilaçlarının ölümcül birliktelikleri
Tarım ilaçlarının içerisinde ot ilacı glifosat özel bir öneme sahip, bunu geçen haftalarda da anlatmıştık. Bunun en önemli nedenlerinden biri glifosatın genetiği değiştirilmiş tarımın ana girdilerinden birini oluşturmasıdır. Bu ilaca dirençli soya üretimi aynı aralıkta ne kadar arttı bilinmez, ancak 1996-2006 arasındaki dönemde dünya glifosat tüketimi tam 19 kat artmış. Bugün ülkemize ithalatına izin verilen GDO soya ve mısır soylarının büyük çoğunluğu glifosata dirençli türlerden oluşmakta ve daha çok hayvan besiciliğinde kullanılmakta. Glifosat GDO tarım dışında zararlı ot mücadelesinde yine yaygın olarak kullanılıyor. İlacın ana maddesinin güvenliliği konusundaki araştırmalar çok ciddi bir zehirlenme yaratmadığını göstermiş. Ancak gözden kaçırılan bir durum var, o da ilacın sulandırılma biçimi ve uzun dönem etkileri. "Sürfaktan" adı verilen maddeler ilacın otun içine işleme oranını kat be kat değiştirebiliyorlar. Bu nedenle etken madde özellikle memeliler için pek zehirli görülmese bile, uygulama biçimi ve yıkım ürünleri çok daha fazla belirleyici. Örneğin Fransızların yaptığı bir araştırma, ilacın değişik formülasyonlarının insan plasenta (bebeği anneye bağlayan ara-yüz), böbrek, embriyo ve yeni doğan göbek bağı hücreleri için zehirli olduğunu göstermiş. Bu araştırmada kullanılan dozlar ilacın normal uygulaması sonrasında bitki ve hayvan yemlerinde bulunabilecek olası kalıntı düzeylerinin de altında. Görülen o ki, ilaç tek başına zehirlenme yaratmasa da, vücutta parçalanması sonrasında ortaya çıkan bileşikler "birlikte" çok daha zehirli olabiliyor (1).
Bu konuda bir diğer çok önemli çalışma ise Kubek, Kanada'dan yapılmış. Hamile ve hamile olmayan kadınların kan örnekleri ve bebekleri glifosat, glufosinat ve bunların yıkım ürünleri (metabolitler) olan AMPA ve 3-MMPA açısından araştırılmışlar. Glifosat ve glufosinat hamile olmayan kadınların kan örneklerinde saptanmış. Buna karşılık 3-MMPA ve bir başka GDO teknolojisi göstergesi CryAb1 ise hem hamile olmayanlarda, hem hamilelerde ve hem de bebeklerde kalıntı olarak belirlenmiş (2). Ot ilaçları kullanılan tarım bölgelerinde bu tür sonuçlarla karşılaşılsa "rüzgarla uçarak maruz kalındığından" söz edilebilir. Ancak Kanada'nın bir şehrinde bu saptandığında olası kaynağın meyveler bile değil, yenilen GDO gıdalar olduğunu kabul etmek zorundayız. Glifosat ve benzeri ot ilaçları bugün ülkemizde de meyve bahçeleri dahil yaygın olarak atılıyor. Tavuk üretiminde GDO soya (tamamı) ve hayvan besiciliğinde GDO mısır (kısmen) işlenerek elde edilen yemler giderek daha yaygın olarak kullanılıyor, bunu biliyoruz. Ancak bizim ülkemizde kan örneklerinde yapılmış bilinen bir araştırma yok, durumun vatandaşın dokusunda ne kadar yansıdığı o nedenle açıkta kalıyor.
GDO soyanın besleme değeri normalinden farksız, endüstrinin talebi o yüzden tutarsız
Bu konuda bir başka çalışmadan da bahsetmemiz gerekli. Çünkü bu çalışma farelerde yürütülmüş olsa da, normal soya, GDO soya ve kontrol yemlerinin aort üzerindeki etkilerini araştırmış. Soyadan hazırlanmış yemler, GDO olsun ya da olmasın, hayvanların yağ dokusu geliştirmelerini önlüyorlar, bunun da nedeni bilinmiyor. Ancak bir diğer etki var ki, o da soyadan hazırlanmış yemlerin aort damarı üzerindeki etkileri, bu yemler aortun gelişimini zayıflatıyorlar, cidarda bir incelme meydana geliyor (3), halbuki normal yemde sorun yok. Bu araştırmanın ne yazık ki bir zayıf noktası var, ot ilacı kalıntılarını dikkate almamış. O nedenle etkilerin soyanın mı, yoksa üretim sırasında içinde kalan tarım ilacı kalıntının mı sonucu olduğu açıkta kalıyor. GDO'lu tarım konusu karmaşık görünüyor.
Burada bir açıklama daha yapmak zorundayız, GDO'ların ülkemize girişinin "endüstrinin talebiyle" gerçekleştiği giderek daha fazla belirginleşiyor. Dünyadaki soya üretiminin çoğu GDO teknolojisine dayanıyor. Peki, hayvan çalışmalarında besleyici bir fark yokken, neden endüstrinin talebi bu yöne kayıyor? İşte bir sonraki aşamada bu özel talebi de iyi anlamalıyız.
Türk Hematoloji Derneği'ne soruyoruz: "Dikkat lenfoma çıkabilir" kampanyasını neden yaptınız?
Kanser özellikle ülkemizde, ama genelde bütün endüstrileşen ülkelerde ciddi artış gösteriyor. Bu artış bütün tümörler için geçerli değil. Özellikle artan kanser tipleri tiroid, meme, karaciğer ve böbrek tümörleri. Tiroid ve meme tümörlerinin görülme yaşları yirmilere kadar indi. Artan bir grup daha var ki o da B-hücreli lenfomalar, oysa Hodgkin hastalığında böyle bir değişiklik görünmüyor. Şimdi gelelim iki hafta önceki meseleye, Türk Hematoloji Derneği 2007 yılında bu konuda bir kampanya düzenledi. Lenfomanın tedavi edilebilir bir hastalık olduğundan dem vurarak, "ağrısız bezeler, sebebi bilinmeyen ateş, gece terlemesi, kilo kaybı, yorgunluk" şikayetleri olanların doktora başvurmasını istedi. Oysa lenfoma bir tüberküloz, bir ülser gibi zaman zaman belirtiler verip, beri yanda sinsi kalmayı sürdüren bir hastalık değildir, doğal seyrinde hastayı doğrudan doktora yönlendirir. Dolayısıyla "bilinçlendirme-tarama-erken tanı" ekseninde düşünülecek olursa, lenfomalar bu kapsama girmez. Dahası hastalık bazen ele gelen lenf bezlerinden değil, karın ya da göğüs kafesi içindeki lenf bezlerinden başlar. Bu durumda söz konusu belirtiler çok daha geç ortaya çıkar. Derneğin neden böyle bir ilan verme yolunu seçtiğini doğrusunu isterseniz o zaman anlamamız mümkün olmadı. Bu kampanyayı eleştirmiştik, oysa bugün bakıldığında bu arayışın karşılığını bulduğunu görüyoruz. İşte o nedenle Türk Hematoloji Derneği'ne soruyoruz, "siz bu araştırmayı hangi bilimsel temele dayandırarak yaptınız?" Bu sorunun cevabı çok önemli, zira artan kanserler belli, aynı mantık bunlar için de geçerli olursa, buradan olası kanser yapıcı etkenin ne olduğuna erişebiliriz. Tarama yapmanın hiçbir mantığı olmayan bir kanser türünde böyle bir isabetli bir sonuç elde edildiyse, belli ki bizim okuduklarımızdan başka bir bildikleri de var. Bakalım öngörülerini nasıl açıklayacaklar.
Kaynaklar: (1) Benachour N, Seralini GE. Glyphosate formulations induce apoptosis and necrosis in human umblical, embryonic, and placental cells. Chemical Research in Toxicology 2009; 22: 97-105). (2) Aris A, Leblanc S. Maternal and fetal exposure to pesticides associated to genetically modified foods in Eastern Townships of Quebek, Canada. Reproductive Toxiclogy 2011 (Article in Press). (3) Daleprane JB, Chagas MA, Vellarde gC et al. The impact of non- and genetically modified soybean diets in aorta wall remodeling. Journal of Food Science 2010; 75: T126-T131. (4) Dizdar Y. İlanla lenfoma hastası aramak ne kadar mantıklı? DÜNYA Gazetesi, Sağlık ve Ekonomi, 15.09.2007.